Sayfalar

Bu blog'da gerçekler ve bakış açıları sorgulanır...

30 Nisan 2010 Cuma

DÜNYANIN GİZEMLERİ...

9 Kasım 1929 tarihinde Topkapı Sarayı'nda büyük Türk denizcisi Piri Reis'e ait eski bir harita bulundu. Berlin Devlet Kitaplığı'nda bulunan ve Akdeniz'le Lut Gölü dolaylarını tam olarak gösteren atlaslar da Piri Reis'e aitti. Haritada nehirler ve ovalar tam bir doğrulukla görünüyordu. İşin akıl almaz yanı haritalarda ayrıntılarıyla görülen Antarktika dağlarıydı. Çünkü bu dağlar 1952 yılında, ses yansıtıcı araçlarla keşfedilebilmişti. Daha önce varlıkları bilinmiyordu ve Antarktika tarih boyunca hep buzlarla kaplı kalmıştı.
Prof. Charles H. Hapgood ve matematikçi W. Starchan'ın son çalışmaları daha da dikkat çekiciydi. Uydulardan çekilmiş dünya fotoğrafları Piri Reis'in haritalarıyla karşılaştırıldığında aralarında çok büyük bir benzerlik çıkmıştı. Bilim adamları bu haritaların asıllarının çok yükseklerden çekilmiş fotoğraflar oldukları sonucuna varmışlardı. 2000 yıl önce Iskenderiye Kütüphanesi'nde bulunan bir dünya haritasının parçası olduğuna inanılan bu harita, haritalarda uygulanan küresel trigonometri konusundaki eski bilgileri sergilemekteydi ki, bu bilim çevrelerinde akıl almaz bir olay olarak değerlendiriliyordu.
Haritalar, incelenmek üzere Amerikalı haritacı Arlington H. Mallery'ye verildi. Mallery, bütün coğrafi konuların haritalarda yer aldığını, ancak gerçek yerlerinde bulunmadıklarını belirtti ve Amerikan Donanması haritacılarından Walters'in yardımını istedi. Walters ve Mallery, haritayı modern bir küreye uygulamaya koyuldular. Çıkan sonuç ile bilim çevrelerinde yer yerinden oynadı. Haritalar kesinlikle doğru çizilmişti. Üstelik Akdeniz ve Lut Gölü çevresini göstermekle kalmıyor, Kuzey ve Güney Amerika kıyılarını, hatta Antarktika'nın ana hatlarını da çiziyordu. Kıtalardaki dağ sıraları ile doruklar bile bütün çıplaklığıyla görülmekteydi.

Mısır'da bulunan Piramitler de aynı şekilde şaşırtıcı bir takım sorulara konu oluyordu. Mısırlılar kaya mezarlarını nasıl oymuşlardı? Mezar duvarları pürüzsüzdü ve çok güzel kabartmalarla süslenmişti. Kayalık zeminde mezar odasına kadar büyük bir ustalıkla kazılmış sütunlar ve çok ilerlemiş taş işçiliği gerektiren merdivenler nasıl yapılmıştı?Charles Piazzi Smith 1864'te yayınladığı Our Inheritence in Great Pyramid (Büyük Piramit'teki Mirasımız) adlı kitabında son derece ilginç bazı sorular soruyordu. Keops Piramidi'nin yüksekliğinin bir milyarla çarpımının yaklaşık olarak güneşle dünyamız arasındaki uzaklığı vermesi bir tesadüf müydü? Piramidin üstünden geçen meridyenin, karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya bölmesi bir rastlantı mıydı? Taban çevresinin, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi=3.14 sayısını vermesi bir rastlantı mıydı? Piramitte dünya ağırlığını gösteren hesapların bulunması bir rastlantı mıydı? Piramidin kurulduğu kayalık alanın büyük bir özen ve doğrulukla düzeltilmiş olması bir rastlantı mıydı? 2 milyon 600 bin adet dev taş blok, ocaklardan nasıl ve neyle çıkarılmıştı? Keskin kenarlar ve pürüzsüz yüzeyler nasıl sağlanmıştı? Tonlarca ağırlıktaki bu kayalar nasıl taşınmış ve santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla nasıl birleştirilmişlerdi? Bu tür soruları çoğaltmak mümkün.
Kafa karıştıran sorular yaşadığımız düyada bugünün teknolojisiyle bile yapılması mümkün olmayan daha nice eserler taşıdıkları sırlara ait cevapları bekliyor. Örneğin yeryüzünün en eski şehirlerinden biri olan Tiahuanko'daki dev boyutlara sahip sarayların, mabedlerin, surların ve piramitlerin bir kısmı yekpare granit taşlardan yapılmışlar. Evlerde kapı ve pencere boşlukları taşlar içinden oyularak açılmıştır. Tek bir kapı bloğunun ağırlığı 100-200 ton arasında değişiyor. Bu şehirde bulunan takvim taşları da hala esrarını korumaya devam ediyor. Bu üçgen taşlardan biri Venüs yılına ait. Söz konusu takvim Venüs gezegenine göre hesaplanmış, yani 225 gün. İkinci taş ise güneş yılı takvimini gösteriyor ve tam olarak 365,2422 gün. Yani çağımız bilim adamlarının ancak uzun çalışmalarla yapabildiği bu hesaplamaları, Tiahuankolular -tahmini- 170 bin yıl öncesinden hesaplamışlardı.
Bir başka esrarengiz kalıntı da Paskalya adasındaki heykeller. 8-10 metre yükseklikte ve 15-20 ton ağırlıklarda olan yüzlerce heykelin nerede yapılıp nasıl taşındıkları hala çözülmüş değil. İnsan kafası şeklindeki bu heykellerin üzerinde silindir şeklinde 2-3 metrelik şapkalar var ki, onların oraya nasıl yükseltilip konduğu da muamma. Adada bunların taşınmasına yarayacak kızak veya ip gibi şeylere rastlanmaması, adanın bütün bu işleri yapabilecek insan gücünü barındıracak büyüklükte olmaması ve bu heykellerin yapıldığı taşların adada mevcut olmaması heykellerin dışarıdan taşındığına işaret ediyor ki bu da olayın bir başka düşündürücü yanı.
Ünlü yazar Erich von Daniken, Tanrıların Arabaları adlı kitabında bu soruları şöyle yanıtlıyor: "Bizden önce yüksek bir kültürün ya da eşit düzeyde bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek varsayım kalıyor: Uzay'dan bir ziyaret."
Şu ana dek geçmiş uygarlıklarla ilgili binlerce kitap, onbinlerce makale yazıldı. Ancak hiçbiri kayıp Atlantis kıtası kadar ilgi çekmedi.

ATLANTİS
Platon'un Atlantis yorumu:
Bu konuyla ilgili en eski kaynaklardan biri Platon. Atlantis kıtasının en canlı aktarıldığı yer, Platon'un eski Mısırlıların Atlantis miraslarına ilişkin inançlarını da kapsayan Critias ve Timaeus diyalogları. Platon, Timaeus adlı diyalog kitabında Piramitlerin kaynağı olduğu öne sürülen efsanevi Atlantis kıtasıyla ilgili şunları söylüyor:

"Bugün Herkül Sütunları diye adlandırılan yerin ötesinde bir zamanlar büyük Poseidon ya da Atlantis denilen bir kıta vardı. Bu kıta Asya ile Libya'nın toplamından daha büyüktü. Genişliği üç bin stadio (1/8 mil), uzunluğu iki bin stadio idi. Bu kıtadan başka adalara geçiliyor, bu adalardan da gerçekte bu adla adlandırılan denizi çevreleyen kara parçasına geçilebiliyordu."

"Platon'un Critias söylevine göre Atlantis bir Tsunami dalgası yüzünden yokolmuştu. Platon'un anlatımına göre Atlantis'te yüksek ve görkemli dağlar, göller, nehirler, yemyeşil ovalar, zengin ormanlar vardı. Madenler boldu ve "orichaic" denen ateş gibi parlayan bir madenden söz ediliyordu. Adanın güney kısmında, tarım amacıyla kullanılan ve mükemmel bir kanal sistemiyle sulanan diktörtgen biçiminde düz bir ova vardı. Bu bölge, kuzey rüzgarlarını engelleyen zincir biçiminde bir dizi dağ tarafından korunuyordu. Ovaya giden yolun yarısında daire biçiminde çapı 10 km.yi bulan ve kıyıdan uzaklığı 15 km. olan bir göl bulunuyordu. Göl denize, bir kanalla bağlıydı ve 100 m. genişliğinde, 30 m. derinliğindeydi. Gölün ortasında 1 km. çapında küçük bir ada vardı, tüm Atlantis Adası halka şeklinde iki kara parçasıydı ve aralarında sular yer alıyordu. Küçük adanın tam merkezinde bulunan saray Atlantis'in her yerinden getirilen beyaz, siyah ve sarı taşlardan yapılmıştı. Dıştaki halkada, tapınaklar, bahçeler ve sportif yarışmaların yapıldığı alanlar vardı. Ortadaki göl aynı zamanda korunaklı bir limandı ve Atlantis'in egemenliğindeki her yerden gemiler buraya kadar gelip demirliyorlardı. Kanal boyunca, ticari bölgeler ve halkın yaşadığı binalar konuşlandırılmıştı. Buradaki kent Atlantis'in başkentiydi. 700 m²'lik bir alanı kaplayan saray çapı 15 km.yi bulan bir duvarla çevriliydi." Platon'un naklettiği bu bilgiler bize yaklaşık olarak Atlantis'in boyutlarını veriyordu.

Bu bilgilerden yola çıkarak Atlantis'in ortada büyük bir ada-kıta olmak kaydıyla yüzden fazla adadan oluştuğunu söylemek pek de zor değil. Platon'un dışında, Atlantis'ten söz eden başka kaynaklar da bulunuyor. Bibliyografik olarak Bramwell, Spanuth, Pinotti, Zhirov ve kısmen de Kukal'ı saymak mümkün.

Yunan Filozofu Proclus ise Atlantis hakkında aynen şunları yazıyor:
"Ünlü Atlantis artık mevcut değildir ama, bir zamanlar var olduğu hakkında herhangi bir kuşkumuz olamaz. Çünkü, Habeşistan tarihini yazan Marcellus, bir zamanlar böyle büyük bir adanın mevcut olduğunu ve okyanusla ilgili tarihleri derleyenlerin bunu onayladıklarını söylemektedir. Bu tarihçiler, Atlantis adasının muazzam cesametinin ve onun bir çok dönemler boyunca Atlantik okyanusundaki tüm adaları yönetişinin hatırasını korumuşlardı."

Homeros da, Odyssey'de, Atlaslar'dan ve adalarından bahseder ki, bunlar Atlantisliler'den başkası değildir. Mitoloji'deki Atlaslar(Atlantes)'ın kaynağının da Atlantis olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Heredot, Batı Afrika'da yaşayan ve adlarını Atlas Dağı'na veren bir halk olan Atlaslar'dan sözeder.

Mısır'ın Atlantis bağlantısı:
Mısır uygarlığının kökenleri uzmanlar için her zaman bir tartışma konusu olmuştur. M.S 1. yüzyılda yaşayan tarihçi Diodorus Siculus bu konuda şunları söylüyordu:

"Mısırlılar çok eski zamanlarda anavatanlarında uygarlık, yazı sanatı geliştirmişlerdi ve insanların en eskileriydiler." Diodorus'un bu yorumu çok sonraları Profesör W. B. Emery'nin Archaic Egypt adlı yapıtında şu şekilde yer alacaktı:

"M.Ö. dördüncü binin sonlarına doğru, geleneksel olarak 'Horus'un İzleyicileri' diye adlandırılan bir halkın Mısır'ın bütünü üzerinde uygar bir aristokrasi ya da bir efendiler kavmi kuramı Yukarı Mısır'ın kuzey kesimlerinde bulunan sülaleler öncesi döneme ait mezarların kafatasları ve iskeletleri yerlilerinkinden daha iri insanların kalıntılarını içermesiyle de desteklenmektedir. Aradaki farklılık öylesine belirgindir ki, bu insanların daha önceki halka mensup olduğunu ileri sürmek imkansızdır. Bu istilacıların ırksal kökenleri bilinmemektedir. Mısır'a hangi yoldan geldikleri de aynı ölçüde karanlıktadır."

III. Ramses'in yazdırdığı yazılarda da Atlantislilerin 'büyük su dairesi üzerindeki kara parçasından ve adalardan geldikleri', 'dünyanın ucundan geldikleri', 'dokuzuncu kuşaktan geldikleri' anlatılıyor. Dokuzuncu kuşak da eski Mısır, Yunan ve Roma'da kullanılan coğrafi bölümlere göre 52 ila 57. kuzey enlemleri arasında kalan bölge.

Atlantis'e ayrıca Hindlilerin Purana'sında da rastlanıyor. Bu Hind metinlerinde de Atlantik okyanusunda bulunan büyük ve çok güçlü bir ülkeden söz ediliyor. Yine bazı Asya yazıtlarında ve Amerikan efsanelerinde 'Batı Denizi Imparatorluğundan" ve bu imparatorluğun güçlü depremler sonucu dalgalar tarafından yutulduğundan bahsediliyor. Aynı inanışa bazı Amerikan yerlilerinde de rastlanıyor. Hatta Amerikan yerlilerinin anavatanlarının bir zamanlar Amerika kıtasının doğusunda "güneşin doğduğu ve şimdi sudan başka bir şeyin bulunmadığı bir yerde" bulunduğuna inanıyorlar.
Azteklerin de anavatanlarının Aztlan kıtası olduğuna inandıkları biliniyor. Venezüella'ya ilk ayak basan İspanyolların, atalarının suların içinde boğulduğunu anlatan Atlan adlı bir kabileyle karşılaştıklarını kayda geçtikleri biliniyor. Germen efsaneleri, Hitit tabletleri, Mısır papirüsleri ve Medinet Habu yazıtları Atlantis'in yok olmasından söz ediyor. Diğer taraftan Mısırlı Rahip Sulon'a göre eski Yunanlıların tarihsel anılarında da bazı çok büyük doğal afetlerin izleri bulunuyordu. Örneğin Phaeton öyküsünde insanlar ile bazı göksel varlıklar arasında geçen bir anlaşmazlığa değinilirken, Deuclion adında küçük bir tufandan bahsediliyordu. Büyük Tufan'la ilgili bütün anılar yitirilmişti. Mısırlı Yaşlı Rahip, Tufan öncesindeki Atlantis'i ve politik gücünü anlatıyordu.

Atlantis bir ada devletiydi ve bulunduğu yer Akdeniz'le Atlantik'i ayıran ve şimdi Cebelitarık Boğazı olarak bilinen, Herkül Sütunları'nın karşısındaydı. Atlantis devleti, adaların çoğunu, şimdiki Avrupa kıtasının bir kısmını ve okyanusu kontrol ediyordu. Atlantisliler filolarıyla Akdeniz'e giriyorlar, Italya'ya (Thyrrenia), Afrika'da Libya'ya ve hatta Yukarı Mısır'a kadar geliyordu. Atlantis istilasını gerçekleştiremeden birden bire sebebi anlaşılamayacak bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Tüm bunlar araştırmacılar tarafından kanıt olarak kabul ediliyor.

Atlantis güneş enerjisine dayanıyordu:
Bir başka Okült uzmanı Marcia Moore'a göre ise Atlantis kültürünün zirvesinde ekonomi, güneş enerjisine dayanıyordu. Güneşin ışınımı, lazer benzeri kristaller tarafından ısıya, ışığa ve tahrik gücüne dönüştürülüyordu. Moore'a göre gerçek Atlantis, güneş sisteminin bir başka yerinde mevcut olup, dünyadaki Atlantis, ölmekte olan bir gezegenin halkını barındırmak üzere kurulan bir koloniydi. Atlantis'in nihai yok oluşu yaklaşık 12 bin yıl önce, bir dizi afetler sonucunda meydana gelmişti. Bu akıbeti çabuklaştıran, Atlantislilerin kendini beğenmişlik ve aç gözlülükleri olmuştu. Dünyasal güçlerin nazik dengesi, kendine emanet edilen güçleri Atlantislilerin ahlaksızca suiistimal etmesi sonucunda bozulmuştu. Atlantisli din adamları yaklaşmakta olan afetle ilgili olarak uyarılmışlar, halkı da uyarmışlardı. Moore'a göre afetle ilgili imalara kulak verenlerin bir kısmı bugünkü Moğolistan'a, Mısır'a, Hindistan'a, Tibet'e, Orta ve Güney Amerika'ya ulaşmışlardı. Tarihten tanıdığımız İnkalar ile Firavunların gelişinden çok önce Peru ve Mısır'da uygarlıklar kurulmuştu.

Tarihçilerin bildirdikleri Mısır'dan önceki bir devirde, Nil Vadisi'nde kurulan bu efsanevi kültür Hermes öğretisinin de kaynağını teşkil etmişti.

Ünlü Tarihçi Renan ise oldukça şaşırtıcı bir şekilde Mısır sanatının gençlik dönemi olmadığı iddiasında bulunarak Mısır uygarlığı ile ilgili şüphelerini şöyle dile getiriyordu:

"Mısır, sanki bu ülke gençlik dönemini hiç yaşamamış gibi, daha başlangıçta olgun, yaşlı ve mitolojik ve kahramanlık çağlarından tamamen yoksun gibi görünmektedir. Mısır uygarlığının bebeklik çağı ve sanatının da kadim dönemi yoktur. Mısır uygarlığı daha o zamandan olgundu."

Heredot da şaşırtıcı bir şekilde, Euterpe adlı eserinde Mısır rahiplerinin yazılı tarihinin kendi zamanından 12 bin yıl öncesine kadar gittiğini belirliyor. Yani Atlantis'in batışına kadar.
Tarihçi Kenealy yıllar önce yazdığı 'Tanrı'nın Kitabı' adlı kitabında şu notu düşüyordu:

"5400 yıl önce, Mısır'daki Siyen (Aswan) kenti tam olarak Yengeç Dönencesi'nin altına rastladığı dönemde, ki artık öyle değildir, inşa edilmiş olan Siyen Duvarları yapılmıştı. Tam güneşin gündönümü anında, öğle vakti, güneş komple bir disk halinde bu duvarların üzerinden yansırken görülürdü. Günümüzde, Avrupa'nın bütün bilim adamları bir araya gelseler bunun bir benzerini yapamazlar."
Bu arada eldeki veriler Atlantis'in batışından önce çok büyük bir savaşın yaşandığını da gösteriyor. "Otuzbeş Ikrar Buddhası"nın kayıtlarında yer alan bir elyazması metinde yer alan ifadeler konuyla ilgili çarpıcı bilgiler içeriyor. Aynı inanışa Alman ve Iskandinav mitolojisinde de rastlanıyor:

"Işığın Kralları öfke içinde ayrıldılar. Beşerlerin günahları öylesine kararmıştır ki, yeryüzü büyük bir ıstırap içinde titrer... Gök mavisi renkteki mevkiler boş kalır. Kahverengi, kırmızı ya da siyah ırklardan kim oturabilir ki? Kutsanmışların mevkilerine, bilgi ve merhamet mevkilerine, Kudret çiçeğini, altın saplı ve gök mavisi çiçekli bitkiyi kim üstlenebilir ki? "

Hindistan tarihindeki ünlü Mahabbarata (Armageddon) savaşının bu olduğuna kesinlikle kuşku yok. Sözkonusu savaş Atlantis kıtasının batışına kadar sürmüştü. Nitekim "Dyzan Kıtaları'nın Kadim Yorumu" adlı kitapta iyilik güçlerinin kötülük güçlerinin 'vimanalarını' (araç) ortadan kaldırdıktan sonra Atlantis kıtasını nasıl terk ettikleri şöyle anlatılıyor:

"Tüm Sarı Yüzlülerin başkanı olan 'Parıldayan Yüzlü Yüce Kral', Kara Yüzlülerin günahlarını gördüğü için üzgündü. Dedi ki: İşte fırtına efendileri yaklaşıyorlar, onların savaş arabaları da. Bir gece ve iki gün sonra bu sabırlı ülkede sadece kara yüzlü efendiler, kara büyücüler yaşayacaklar. Bu ülkenin sonu gelmiştir ve onların onunla birlikte suya gömülmeleri de yakındır. Hazırlanın. İyi yasanın insanları olan sizler, ayağa kalkın ve daha henüz kuruyken karaları aşın(...) Sular yükseldi ve dünyanın bir ucundan öteki ucuna kadar vadileri kapladı. Geriye yüksek kara parçaları kaldı. Dünyanın dibi, yeryüzünün aksi tarafına rastlayan ülkeler kuru kaldı. Kaçanlar oraları iskan ettiler."
ATLANTİS NASIL YOK OLDU?
 Atlantis'in yok oluşu ile ilgili birbirinden farklı tezler bulunuyor kuşkusuz. Kuramlarına bilim disiplinleri çerçevesinde ispat arayan Atlantisbilimciler, seçeneklerini iki ihtimale indirmişe benziyorlar. Bunlardan biri Otto Muck'un, birkaç Rus otoritesince de desteklenen dev bir astroidin dünyaya çarpıp eksenini etkilediği kuramı. Muck bu kuramını şu şekilde özetliyor:

"Parçalanmış Porto Rico Platosu'ndan arta kalan gövdenin yakınlarında aşağı yukarı 7 bin metre derinliğinde iki büyük çukur vardır. Bu çukurlar parçalanmış kıyı bölgesinin merkezinde, batışından önce Gulfstream'e engel olan Platon'un Atlantis'i olarak tanımladığımız denizaltı kara kütlesinin güney sırtı yakınlarındadır. Derinliği 9 bin metre bulan Porto Rico hendeği, merkez felaket alanının güney kesimini çevrelemektedir. Bu bölgede okyanus yatağının incelenmesi, zincire yeni halkalar eklememizi sağlayacaktır." (Otto Muck, The Secret of Atlantis, p.121)

Muck'un bu tezini Amerikalı antropolog Alan H. Kelso de Montigny de destekliyor. Braghine, Wyston ve Kont Carli de Lalande dahil olmak üzere bir çok bilimadamı bu teoriyi destekliyor. Rus profesör N. S. Vetchinkin şu açıklamayı yapıyor:

"Atlantis'in yok oluşuna, dev bir göktaşı neden oldu. Ayın yüzeyinde devasa göktaşlarının izleri rahatça görülebilmektedir. Çapı 200 km.yi bulan kraterler vardır, oysa dünya yüzeyindekiler en çok 3 km. çapındadır. Devasa göktaşları denize düştüklerinde yalnızca bitki ve hayvan alemlerini değil, tepe ve dağları da denize sürükleyen dev dalgalara neden oldular."
Profesör Hapgood ince yer kabuğunun merkezindeki magma top üzerinde ileri geri kaydığını, bu kaymaya da kutuplarındaki buz tabakalarının neden olduğunu ileri sürüyor. Eğer bu varsayım doğruysa, yani dünyanın kabuğu devinebilir özellikteyse, kütlesel bir cismin çarpmasıyla kolayca yerinden oynayabilecektir. 

Belli başlı öğretim kuruluşlarınca kabul edilen yazılı tarih döneminde bu tür bir kayda rastlanmadığına göre, dünyanın böyle çarpmaya uğraması olasılığı nedir? 1937 ekiminde bir planetoid dünyaya yalnızca beş buçuk saat mesafeden geçti, 1989 başlarındaysa çapı 1 mil olan bir astroid dünyanın 500 bin mil (805 bin km.) kadar uzağından geçti. Yani yalnızca dört saat. Bu doğal astroid çarpsaydı ne olurdu? Cevap son derece basit. Devasa dalgalar oluşacak, dünyanın ekseni olasılıkla değişmeye uğrayacak, bu da küre ölçeğinde büyük iklim değişikliklerine yol açacak ve dünya ölçeğinde kıtlık baş gösterecek, milyonlarca insan ölecekti. Bu olay gerçekleşip de yaşananları anlatabilecek bir kaç kişi sağ kalsaydı, diyelim ki üçüncü ya da dördüncü binin kuşaklarına, tüm teknolojik başarılarıyla dünyamızdan nasıl bir görüntü kalırdı? Bu insanların yeniden kendilerini kurtarmak zorunda kalacakları ilkel koşullara sürüklendikleri varsayımıyla, insan, uygarlığımız hakkındaki, yüzyıllar boyunca biçimlenip, teknoloji ve bilim yeniden ayakları üzerinde doğrulduğunda, efsane ya da masal olarak algılanabilecek Platon'un anlattığı türden olayları dikkate almamazlık edemiyor kuşkusuz.
Ünlü Popul Vuh (Bir Buket Yaprak) Guetemala yerlilerinin kutsal kitabıdır ve Mayaların İncil'i olarak da anılmıştır. 1854 yılında Dr. Scherzer'in keşfettiği dört ciltten oluşan Quiche dilinde yazılmış olan söz konusu kitap Muck'un tezlerini destekleyen bazı bölümler içermektedir:

"Bu, dünyanın uyanmaya başladığı zamanlarda oldu. Ne olacağını kimse bilmiyordu. Ateşli bir yangın yağdı, küller yağdı gökyüzünden, kayalar ve ağaçlar yere devrildi. Ağaçları ve kayaları yerlere vurdu.. Ve Büyük Yılan gökyüzünden kopartıldı. Ve derisiyle kemiklerinden parçalar yeryüzüne düştü.. ve oklar yetimleri ve yaşlıları, hayatta kalabilen, ama yaşamaya gücü kalmayan dulları vurdu. Ve kumlu kıyıya gömüldüler. Ve sular korkunç seller halinde kabardı. Ve gökyüzü, Büyük Yılan'la birlikte devrildi ve karalar denize göçtü..."
Dünyanın ekseni değişti:
Yeryüzü dışından gelen nesnenin astroid değil de bir kuyruklu yıldız olduğu iddiası da pek çok destekçi bulmuştu. Bazı efsanelerde buna ilişkin anlatılar da bulunuyordu. Örneğin Çin kayıtlarında, gök yüzünde bir kuyruklu yıldızın belirdiği ve dört gün boyunca ortalığın zifiri karanlık kesildiği aktarılıyordu. Orea Linda Kitabı'nda da dünya ekseninin kayması nedeniyle üç gün içinde son derece keskin iklim değişikliklerinin oluşmasına ilişkin şunlar anlatılıyordu:

"Güneş, adeta yeryüzünü görmek istemiyormuş gibi, yaz boyu bulutların ardında gizlendi. Ortalıkta yaprak kımıldamıyordu ve nemli pus evler ve bataklıklar üzerinde ıslak bir yelken gibi asılı duruyordu. Hava ağır ve eziciydi; insanların yüreklerinde ne bir sevinç, ne bir neşe kalmıştı. Bu durgunluğun orta yerinde, dünya ölüyormuşçasına titremeye başladı. Dağlar açılarak ateş ve alev kustular. Bazıları dünyanın bağrında batıp yok oldu, başka yerlerde yeni dağlar yükseliverdi. Denizcilerin Atland dediği Altland yok oldu ve vahşi dalgalar öylesine yükseldi ki, her şey denize gömüldü. Toprak pek çok insanı yuttu; ateşten kaçabilenler ise sularda boğulup gittiler."

Gerek Eskimolar, gerekse Çinlilerde dünyanın Tufandan önce nasıl şiddetle yana yattığına ilişkin efsaneler bulunuyor. Eğer Hapgood'un tezi geçerliyse ve eğer dünyanın kabuğu hareket edebilir özellikteyse, büyük bir çarpışma, gezegenin güneş ve aya ilişkin olarak farklı bir açıya oturmadan önce ekseni üzerinde kaymasına yol açabilir. Bu da kısa sürede yaşanacak büyük iklim değişiklikleri demektir.

Mamutların, Dördüncü zamanda yaşadığı ve soylarının Beşinci zamanda tükendiği söylenir. Hava durumunu bir gecede değiştiren büyük bir facianın kurbanları oldukları bir hayli açıktır. Bir boğucu gazlar dalgasında ya da sellerde boğuldukları söylenmiştir ama neden buzlanmış bir bölgenin ortasında gömülü bulundukları hala esrarını korumaktadır. Muck, Dördüncü zamanda söz konusu bölgenin yani Kuzey Sibirya'nın buzlardan tümüyle arınmış olduğunu ve ortalama ısının 45 derece olduğunu söylemektedir. Hapgood taze düğün çiçeğiyle kendine ziyafet çekerken ölmüş bir mamutu betimler. Buzda bulunan mamut leşleri son derece iyi durumdadır ve çürüme belirtileri göstermemektedir. Bu da, sıcaktan buz soğuğuna geçişin, ölümlerinden hemen sonra ve ani olduğuna işaret eder. Kıtada yaşanan bu ani iklim değişikliği Hapgood ve Muck'a göre tek bir şeyle mümkün olabilir: Eksen kayması!
Sibirya'daki mamut olgusunu yorumlarken Muck şu önermede bulunmaktadır:
"Buzul Çağı'nda mamutların beslenebileceği ağaçları bulabilmek için daha güneye, Baykal Gölü bölgesine gitmek, Kuzey Kutbu Atlantik faciasında yer değiştirdiğinden aynı mesafeyi katetmek gerekir. Erken ormanlar güneye doğru çekilirken, Kuzey Kutbu da kuzeye kaydı."

ATLANTİS ŞİMDİ NEREDE?
 İngiliz filozof ve siyaset bilimci St. Albans ve Francis Bacon(1561-1626), Atlantis efsanesini Amerikalarla bağlantılandıran ilk İngiliz yazarlardı. Bacon bu varsayımını Platon'un karşı kıtaya yaptığı göndermelere dayandırıyordu. Ancak bu tez hiç bir zaman fazla inandırıcı bulunmadı. Bazı bilim adamları, Maya sanat biçimleri, kültür ve bilimiyle Eski Mısır arasında bağlantı kurarak her iki ulusun da tek bir kaynaktan esinlenmiş olabileceğini akla getiriyor. Maya uygarlığından kalan en değerli belgelerden biri, British Museum'da bulunan Codex Troanus adlı bir yazıttır. Kimi yazarlar söz konusu yazıtta ada-kıtayı yok eden afete ilişkin kimi metinleri çözdüklerini ancak sözü edilen ülkelerin Atlantis'e ait olmadığını, Mu ülkesine ait olduğunu belirtiyorlar.
8060 yıllık bu metinde geçen ifadeler şöyle:
"Zac ayının on birinci Muluk'unda, Can'ın altıncı günü, Chuen'in on üçüne dek süren korkunç depremler oldu. Kil tepeler ülkesi Mu ve Moud bu felaketin kurbanıydılar. İki kez sarsıldılar ve bir gecede yok oldular. Yeraltı güçleri yer kabuğunu basınca dayanamaz hale gelip derin yarıklarla birbirinden ayrılana dek yükseltip alçalttı. Nihayet her iki bölge de bu korkunç basınca dayanamayıp 64 milyonluk nüfusuyla birlikte okyanusun dibini boyladı." 
Bazı bilim adamları son buzul döneminden önceki uzak çağda yeryüzünde sonraki kuşakları bir hayli etkileyen tek bir kavmin yaşadığı kanısında. Efsaneye göre Atlantis kıtası bir zamanlar Pasifik Okyanusu boyunca uzanan ve Mu adı verilen daha büyük bir kara kütlesinin bir parçasıydı. Bu kıtaya daha sonra Atlantisbilimci Scatler Lemuria adını verdi.

Diğer taraftan Atlantis'in şu an Antarktika'da olduğunu düşünenler de yok değil. Bazı kayıtlara göre Kuzey Avrupa ve Gröndland'ın belirli kesimleri, ılıman bir iklime sahipti. Hapgood'un haritaları da Antarktika'nın o dönemler buzlarla kaplı olmadığını gösteriyor.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda, binlerce yıl öncesine dayanan ve bir kısmında Antarktika'nın buzlardan arınmış olarak gösterildiği çizimlerden kopya edilmiş haritalar da bulunuyor. Eğer kutupların konumu sapmaya uğramışsa, bugün buzlarla kaplı olan yerler ılıman bir iklime sahipken, sözü çok edilen 'buzul çağları' günümüzün ılıman bölgelerini etkilemiş olabilir. Bu varsayım Atlantis'in konumu konusunda yepyeni bir araştırma konusu.

Konuyla ilgili en enteresan yorum araştırmacı Yazar Ergun Candan'dan geliyor:

ATATÜRK ATLANTİS’İN İZİNDE
 Ergun Candan "Gizli Sırlar Öğretisi" adlı kitabında konuyla ilgili son derece ilginç ve aynı zamanda ayrıntılı bilgiler veriyor:

"1932 yılında Emekli General Tahsin Mayapetek Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasında benzerlik olduğundan bahsetti. Aradaki uzaklığa rağmen Atatürk Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadı. Tahsin Bey Meksika'ya gitti. Orada kendisine Amerikalı Arkeolog William Niven'in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Amerikalı arkeoloğun ortaya çıkarmış olduğu tabletler Tahsin Bey'i şaşkına çevirdi. Eğer bunlar doğruysa, bilinen tarih tamamen yanılıyor demekti. Çünkü tabletler M.Ö 200 bin ile 70 bin arasında Büyük Okyanus'ta yer almış olan bir kıtadan bahsediyordu. Bu kıtanın adı 'Mu'ydu.(...) Tahsin Bey, öğrendiklerini ve ortaya çıkardıklarını Atatürk'e raporlar halinde sundu. Atatürk'ün konuya olan ilgisi daha da arttı. Churchward'ın kitaplarının çevirilmesini istedi. 60 kişilik bir tercüme heyeti, kısa bir sürede kitapları Türkçeye çevirdi. Fakat kitaplar basılmadı. Atatürk, James Churcward'ın iki kitabıyla özellikle ilgilenmişti. 'Kayıp Mu Kıtası ve Mu'nun Çocukları'. Bu iki kitap, Anıtkabir kitaplığında 1301 ve 1302 numara ile kayıtlıdır. Daktilo ile yazılmış kitapların çeviri metinleri ise yine Anıtkabir kitaplığında dosyalar halinde bulunmaktadır."
Atatürk bu araştırmaları neden yaptırmıştı. Kuşkusuz derin bir sezgi gücüne sahip olan Atatürk birden bire ortadan kalkan bu uygarlıkların günümüze bakan yanları olduğunu belki de hissetmişti. Atlantis'in günümüze bakan yönleri olduğu yorumu yine Ergun Candan'dan geliyor. Ergun Candan konuyla ilgili tüyler ürperten iddialarda bulunuyor:

"Mu kültüründen ilk etkilenen Atlantis Uygarlığı olmuştu. Bir süre sonra Atlantis iki farklı kutuba ayrılmıştı. Eski Mu kültürünü sürdürenler ve bu kültürü negatif alanda kullanmaya başlayanlar olmak üzere iki grup oluştu. Bu birinci gruba "Bir'in Oğulları", ikinci gruba ise "Belialin Oğulları" adı verildi. Kozmik bilgileri kötü bir şekilde insanların zararına kullanmaya başlayan "Belialin Oğulları" yoğun bir şekilde "Kara Büyü" uygulamalarına yöneldiler. Bu yeteneklerini bu alanda kullanmaları öyle yoğunlaştı ki, kıtaların fiziki ve atmosferik dengeleri ciddi bir şekilde bozulmaya başladı. "Bir'in Oğulları"nın tüm girişimleri sonuçsuz kaldı. Sonunda araları iyice açılan iki grup arasında tarihte ilk kez büyü yöntemlerinin de kullanıldığı büyük bir savaş çıktı. Sayıca üstün olan "Belialin Oğulları" yıllar süren savaştan galip çıktılar. Kazanan "Karanlığın Oğulları" oldu. Kıtaların fiziki ve atmosferik dengeleri bu savaşta iyice bozuldu ve sonunda birbiri arkasına tufanların yaşanmasına sebebiyet verdi. Kıtaların tamamen sulara gömülmesinden önce her iki grubun temsilcileri çevre kıtalara göç ettiler. Ve kendilerine iki ayrı yer altı merkezi kurdular. Bir'in Oğulları'nın kurduğu merkez "Agarta", Belial'in Oğulları'nın kurdukları merkez ise "Şambala" adıyla anılmaya başlandı. (Orta Çağ'da yapılan ve Şeytan'ı tasvir eden tablolardan birinin adı "Belial"dir.)
Şambala dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere girişti. Dünya üzerinde yaşayan bizim devremiz insanlarından bazılarıyla irtibata girerek, asıl amaçlarını gizleyerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Çeşitli kurum, loca, grup ve derneklerin kurulmasına ön ayak oldular. Bu gruplar uluslararası örgütlendiler. Hemen her ülkede merkez oluşturdular. Bazı kilit noktaları ele geçirdiler."

Orhan Baytan: "Atlantis Ye'üc Me'üc uygarlığıdır:"
Bu arada Atlantis ve Atlantislileri Kur'an-ı Kerim'de geçen Zülkarneyn kıssasıyla ilişkili görülenler de yok değil. Araştırmacı-Yazar Orhan Baytan Geleceğin Tarihi-3 adlı kitabında şunları söylüyor:

"*Dünya esrarengiz tarihi kalıntılarla doludur. Fakat ben yine de onların Ye'cüc-Me'cüc uygarlığı olabileceğine inanmıyorum. O Ye'cüc Me'cüc uygarlığı öyle bir uygarlık olmalıdır ki, artık izi bile kalmamış olmalıdır. İnka, Maya veya Mısır gibi uygarlıkların ise günümüze uzanmış izleri belirgin bir şekilde vardır. Oysa onlardan da eski uygarlıklar söz konusudur. Zaten İnkaların Tiahuanko'ya geldiklerinde orada eski bir medeniyetin kalıntılarını buldukları biliniyor. Yine aynı şekilde Mayaların da kendi uygarlıklarını meçhul bir uygarlığın kalıntıları üzerinde kurdukları sanılıyor. Hatta Mayaların yerini alan Aztekler, İspanyol işgalcilere bu durumu anlatmışlar. Demek ki o kuşaktan da eski ve muhteşem bir uygarlık olması gerek Ye'cüc Me'cüc uygarlığının. Bu tanımlamaya oldukça uygun düşen bir uygarlık var:
Atlantis Uygarlığı!"

Araştırmacı -Yazar Orhan Baytam'ın Atlantis ve Ye'cüc Me'cüc uygarlığı arasında ilişki kurduğu ayetler şöyle: "Ey Rasülüm bir de sana Zülkarneyn'i sorarlar. 'Size ondan bir haber anlatayım' de. Biz ona dünyada geniş imkanlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik, o da batıya doğru bir yol tuttu. Nihayet batıya ulaştığında, güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu. Orada da yerli bir halk bulunuyordu.Biz: 'Zülkarneyn!, dedik, ister onlara azab edersin, ister güzel davranırsın.' Zülkarneyn şöyle dedi: 'Kim zulmederse, biz onu cezalandırırız, sonra da Rabbine götürülür. O da ona benzeri görülmedik bir ceza uygular. Fakat iman edip makbul ve güzel davranışlar içinde olanlara, en güzel karşılık verilir ve ona kolay olan buyruklarımızı emrederiz.' Zülkarneyn bu sefer yine yol tuttu. Güneşin doğduğu yere varınca, onun, kendilerini sıcaktan koruyacak bir siper etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü. Işte Zülkarneyn, böyle yüksek bir hükümranlığa sahip idi. Onun yanında ne var, ne yoksa Biz hepsine vakıf idik.Sonra o başka bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında, onların önünde, hemen hemen hiç söz anlamayan bir millet buldu. 'Ey Zülkarneyn! dediler, Ye'cüc ve Me'cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana vergi vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?'O da şöyle cevap verdi: 'Rabbimin bana verdiği imkanlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana beden gücüyle yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım.''Demir kütleleri getirin bana.' Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince: 'Körükleyin!' dedi. Tam onu bir ateş haline getirince 'Bana erimiş bir bakır getirin de üzerine dökeyim' dedi. Artık o Ye'cüc ve Me'cüc'ün, ne seddi aşmaya, ne de onda delik açmaya güçleri yetmedi. Zülkarneyn: 'Bu Rabbimden bir rahmettir, bir lütuftur, dedi. Rabbimin tayin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir eder. Rabbimin va'di mutlaka gerçekleşir." (Kehf/83-98)

Kuran’ın geçmiş ve kayıp bilgileri günümüze taşıdığı göz önüne alınırsa bu değerlendirme de göz önünde bulundurulmalıdır diye düşünüyorum…

Not :Yazıda söz ettiğim"esrarengiz tarihi kalıntılar"a bir sonraki yazımda yer vereceğim...


2 yorum:

Unknown dedi ki...

Sağolasın Sedat.İnsan ister istemez merak ediyor bazı şeyleri.Ben bu tarz haberleri defalarca BELGESEL kanallarında izlememe rağmen okumak bir başka keyif veriyor insana.

Sedat Özdemir dedi ki...

Sizler sağolun arkadaşlar...
Merak keşiflere giden yolun başlangıcıdır.Merak edicez ki araştıralım.Araştıralım ki öğrenelim.Öğrenelim ki aktaralım...