Sayfalar

Bu blog'da gerçekler ve bakış açıları sorgulanır...

21 Ocak 2010 Perşembe

İslam’ın Seçilmiş Irkı Türk’ler mi?(Yeni Paranoya’m:)

(Paranoya:Bireyin herhangi bir olay karşısında olayın oluşumundan farklı olarak gelişebileceğini kendi içerisinde canlandırma yolu ile öne sürdüğü ve sınırsız sayıda çeşitlendirebileceği hayal ürünlerinin tümüdür.)

" Ben Türk Bilge Kağan; doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına kadar, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar hep milletler bana bağlıdır. Bunca milleti hep düzene soktum, ilerlettim. Doğuya ordu sevk ettim. Bunca yerlere gittim.Tanrı (Tengri) yardım ettiği için milletime; gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen yerler kazandırdım. Tanrı buyruğu olduğu için, Devletli olduğum için size Kağan oldum. Tanrı yardım ettiği için dört yöndeki milleti derleyip topladım.

Ey Türk Milleti; Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini, töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti, titre ve kendine dön!"

Bilge Kağan meâlen ve orijinaldeki aslında şunları da anlatmaktadır:
" Gittiğim yerlerde güneşin kavurduğu, güneşin battığı son millete gittim. Onların arasında hüküm verdim. Sonra dünyanın öbür ucuna, güneşin doğduğu yere vardım. Orada bulduğum milleti boyunduruğum altına aldım. Birbirileriyle olan çekişmelerine son verdim. Ordumla Tengri buyruğu olarak adalet getirdim. Tengri buyruğu olarak bunları yaptım…."

Buraya kadar anlattıklarım, asıl anlatacağım konuya hazırlık için ön bilgilerdi
"Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, orada güneşin, güneşe karşı hiç bir siperleri olmayan bir kavmin üzerine doğduğunu gördü, işte Zülkarneyn´in kudret ve saltanatı böyleydi. Ve biz onun yanında bulunan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu". Dediler ki, "Ey Zülkarneyn, Ye´cüc ve Me´cüc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Sana bir "harc" verirsek, bizimle onlar arasında bir sed yapar mısın?" Dedi ki, "Rabbimin bana verdiği şey sizin bana vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana güç verin, ben de sizinle onlar arasında bir sed yapayım. Bana demir kütleleri getirin" Nihayet, dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit, "Ateş yakıp körükleyin" dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince "Bana erimiş bakır getirin dökeyim" dedi.. (Ve ekledi): "Artık, Ye´cüc ve Me´cüc, bunu asla aşamazlar. Bu rabbimin bir lütfudur, Ne zaman Rabbimin emri (kıyamet çağı) gelir, o sed yıkılır ve onları salıverir. Rabbimin vaadi de haktır ve bu olacaktır "(Kehf Suresi, 83-96) *" O da bir yol tutup gitti." Kehf Suresi 85.

*“Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. O nun yanında (orada) Bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik”. Kehf Suresi 86.

*“ Sonra yine bir yol tuttu.” Kehf Suresi 89.
*“Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar bulduk ki, Onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık”. Kehf Suresi 90.
(Tefsirlerde Zülkarneyn ile ilgili çok rivayetler var. Onun Büyük İskender olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Ancak çok kuvvetli bazı kaynaklarda Zülkarneyn´in "müslüman" yani Tek Tanrı´ya inanan bir insan olduğu belirtilir.Büyük İskender´in Zülkarneyn diye bilinmesinin tek sebebi, onun iki boynuzlu miğfer giymesidir. Çünkü Zulkarneyn iki boynuzlu demektir.Yecüc,mecüc olayının Türklerin Ergenekon destanına benzerliğinden yola çıkarak  ortaya farklı bir bakış koyabilirmiyiz?)
Kehf Suresi incelendiğinde Bilge Kağan'ın anlattıkları ile benzerlikler olduğu görülür.
Bilge Kağan Kitâbelerinde şöyle devam etmektedir:
"Rahat hayata, zenginliğe, Çin'in ipeğine kanma! Milletime, altını, beyaz gümüşü kazandırdım. Hükmettiğim milletlere hakem olup, madenler erittim."
Kur'an-ı Kerim'de Zülkarneyn 'den bahsedilirken; Zülkarneyn'ın Allah'ın emri ile (buyruğu ile) bir ordu kurduğu, güneşin doğduğu yere bir yol tuttuğu, yine güneşin battığı yere, dünyanın öbür ucuna bir yol tutup gittiği, Allah'ın, O'na bu kavimler üzerinde; ister adalet ile hükmet, ister azap et yetkisi verdiği açık açık belirtilmektedir.Yine Zülkarneyn kıssasında; Yecüc ve Mecüc isminde bozgunculuk yapan kavimden bahsedilmekte, bu bozguncuları Zülkarneyn madenleri eriterek, set çekerek, engellediği anlatılmaktadır.
Zülkarneyn'ın özelliklerine baktığımızda; büyük bir orduya sahip olması, kendisinin büyük bir komutan olması, ordusuyla tüm dünyayı gezmesi ve Allah'ın emri ile gittiği her yere(sözde)iyilik, adalet ayrıca Allah bilgisi ve töre götürmesidir...

İmdi lütfen dikkat edelim:
Kudretli bir komutan, büyük bir ordu ve tüm dünyayı gezmesi…Özelliklere devam edecek olursak; Güneşin en doğduğu ve en battığı yere ve kuzey ve güneyin uçlarına kadar gitmesi. Ve aynı zamanda Allah'ın buyruğu ile gittiği yerlerdeki kavimlere adalet ve iyilik götürmesi…
Bir de Bilge Kağan'ın yazıtlarda anlattıklarına bakalım:
Aynı şekilde Bilge Kağan'ın (Bilge denmesi; bilgili, alim, erdemli bir insan olmasındandır.) Bilge Kağan da, tıpkı Zülkarneyn gibi bir komutan olup, büyük bir orduya sahiptir. Ordusunun tıpkı Kehf Suresi'ndeki gibi (O da bir yol tutup gitti ordusuyla) ayeti gibi güneşin en doğduğu ve en battığı yere, kavimlerin üzerine gittiği (bu bir Tanrı buyruğudur demesi) yine adaletle hükmetmesi ve gittiği yerleri milletine kazandırması, buralarla beraber buraların değerli madenlerini ve zenginliklerini yine milletine kazandırması ve "Ey Türk Milleti, Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ( ki burada da Kıyamete atıf yapılmaktadır.) ilin tören bozulmayacaktır," diyerek, Türklerin Allah buyruğu ile hareket ettiklerini ifade etmesi Kehf Suresi ile neredeyse birebir örtüşmektedir...

Türkler, aynı zamanda genel millet olarak; Hz.Ali'nin (Kerremallahu veche- Hiç puta tapmamış) sırrında bir kavimdir.

Atilla yazıtları’nda Romalıları tarif ederken; "Puta tapan kavimdir" der ve şöyle devam eder; " Irkımdan olan puta tapmaz!"
Acaba Türkler hiç “Şaman” olmamışlarmıdır? “Put”ada tapmamışlarmıdır? Varolduklarından beri tek “Tengri”,tek Tanrı inancınamı sahip olmuşlardır?...
Yine yazıtlardan öğrendiğimize göre Türkler; Allah'ın(Tengri) en büyük Kudret olduğuna, yeri göğü yarattığına, yeri yeşerttiğine, öldüren ve dirilten O olduğuna inanmışlardır.Bu konuyu kısaca(benim kısa dememe aldanmayın)ele alalım…

Vardığım sonuç: Zülkarneyn= Bilge Kağan'dır...
Peki tarih veya bize öğretilen tarih bunu gizlemektemidir?Bilge Kağan gerçekte kimdir? “ Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe”…Sözlerinin anlamlarına bir göz atalım:

Bu sözü söyleyen Bilge Kağan'dır. Şimdi Kehf Suresi'nde geçen Zülkarneyn 'ın özelliğinden bahsedelim. Zülkarneyn Yecüc ve Mecüc isimli kavimin arasına set çeker. Yecüc ve Mecüc kıyamete yakın en büyük alamet olarak, yine Kur'an'nın ifadesine göre, seddi delecek ve bu kıyametin büyük alameti olacaktır. (Seddi delmek ve yerin delinmesi.) Bu ifadeler, daha öncede söylediğimiz gibi Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde kıyamet tarifi ile neredeyse birebir aynıdır. (Gök çökerse, yer delinirse kıyamet olmaz mı? Kur'an ifadesiyle yer beşik gibi sallanmaz mı? Güneş dürülmez mi?)
Bilge Kağan'da aynı ifadeyi o günkü anlayışa, o günden bugüne adeta kelimelere bir zaman yolculuğu yaptırarak anlatmıştır.
Zülkarneyn'da, kendi yaşadığı dönemde, çağına hükmetmiş, kendi döneminde yapmış olduğu sed, kıyamete yakın delinmesi sebebiyle, bu çağa da hitap etmektedir. Konu çok daha detaylandırılabilir. Ben mümkün olduğu kadar kısaca anlatmaya gayret edeyim.

(Bu anlattıklarımdan sakın bir ırkın öne çıkarılması yapılıyor sanılmasın."Yahudilerin üstün ırk kavramına karşı geliştirilen bir teori zannedilmesin.:)" Önemli bir not düşecek olursak: Zülkarneyn; ordusuyla dünyanın her yanına gittiğinde, oradaki kavimlerden de ordusuna asker ve komutanlar katmıştır. Tıpkı Bilge Kağan'ın yaptığı gibi.”Türk milleti de içinde barındırdığı tüm unsurlarla bir millettir.”...
*Oğuz, Öğüz, Öküz: Güçlü, dev boynuzlu manasına gelmektedir.
*Zülkarneyn ise Arapça'da; çift boynuzlu manasına gelmektedir.
Oğuz Kağan; Kendi döneminde, başına giydiği, boynuzları olan başlıkları ile ünlüdür.Oğuz denmesinin bir sebebi de, çok güçlü olmasındandır.

BİLGE KAĞAN (OĞUZ KAĞAN) = ZÜLKARNEYN
Bilge Kağan acaba Oğuz Kağan mıdır?
"Unutulmamalıdır ki, medeniyetler yıkıldı sanılsa da, yerlerine başkaları gelir ve yıkıldı sandığımız medeniyetler gerçekte tam kaybolmazlar, birbirlerinin sırlarını, izlerini taşırlar. Onun içindir ki ön uygarlıklar ve şimdiki uygarlıklar arasında benzerlikler vardır. Bu kültürlere, törelere yazılara vs. yansır ve devam ederek gelir..."

Şimdi burada kitâbelerle ilgili bilgilere bir göz atalım:
Orhun yazıtları
Orhun Kitâbeleri'nin üzerindeki bilgilerin benzerlerine M.Ö 4000'li yıllara ait taşlarda silinmiş bir şeklide rastlandı.
Bu bilgiler, taşların üzerinde eskidikçe, asırlar boyunca başka taşlara aktarılarak günümüze kadar "bir kısmı" gelmiştir. Buradaki bilgiler binlerce yıllık bilgilerdir. Aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Yani sanıldığı gibi, buradaki bilgiler, yazıtların dikildiği tarihe ait değildir. Örnek verecek olursak; Kur'an-ı Kerim 1400 yıl önce kağıda yazıldı diyelim.2000'li yıllarda da dijital bilgisayara aktarıldı.Yani buradaki bilgiler, 1400 yıl öncesine aittir, günümüze değil.

*M.Ö 2000'li yıllara ait, Çinli arkeologlar tarafından bulunan; yarı Çince yarı Türkçe ve bir kısmı silinmiş olan yazıtlarda da, tıpkı Orhun Kitabeleri'ndeki bilgilere rastlanmıştır.
Moğolistan'ın güneyinde bulunan; taş ve seramik parçalarının incelenmesi neticesinde, buradaki bilgilerin, Orhun Kitabeleri'ndeki bilgilere benzediği anlaşılmıştır. Bulunan bu parçaların tarihi M.Ö 2000'li yıllara uzanmaktadır.
Orhun harfleriyle yazılan yazıtlardan 13.yüzyıl Moğol tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveynî , Tarih-i Cihan Güşa adlı yapıtında söz eder. Çin kaynakları da kitabelerin dikilişini bildirmektedir.

*Rus çarı I. Petro'nun emriyle Sibirya bitki örtüsünü incelemek için görevlendirilen bitki bilimci Messerschmidt ve kendisine rehber olarak verilen İsveçli tutsak subay Strahlenberg, 1721 yılında Yenisey vadisinde bu yazı ile yazılmış Kırgızlara ait mezar taşlarını içeren Yenisey Yazıtları'ndan bir tanesini keşfetti. Bir yıl sonra tutsaklığı son bulan Strahlenberg İsveç'e dönüşünde bu inceleme ile ilgili izlenimlerini kitap haline getirip Stockholm'de yayınladı. Böylece Orhun yazısı bilim dünyasının dikkatini çekmiş oldu. Orhun yazıtlarından iki yüzyıl öncesine ait Yenisey Yazıtları'nın tamamına yakını bu süreçte ortaya çıkarıldı.

Rus bilim adamları,1943 yılında Sibirya'da taş mezarlar bulmuşlar ve ABD'li bilim adamları ile ortak yaptıkları inceleme neticesinde, bu taşların üzerindekilerin, 'Türklere ait fatih bir komutanın' sözleri olduklarını tespit etmişlerdir…..

Şimdi gelelim olayın başka bir boyutuna; “İslâm Dinini, İslâm Dünyası'nı Araplar ideolojik olarak sahiplenme gibi bir misyon benimsemişlerdir. Peki bunun alt yapısını hazırlayanlar kimlerdir?”

11 Ocak 630 (Mekke’nin Fethi) ve Yeni Paranoya’m:)
Muhammed Mekke'yi feth etmiş, o gün Kâbe'deki putları kırmış ve Kâbe'nin anahtarlarının getirilmesini istemiştir.
Kâbe'nin anahtarları, o an içim müşrik olan, Osman Bin Talhâ'dadır. Mekke'nin fethî 11 Ocak 630 tarihidir(Bu tarihle ilgilide bir teorim var.Belki ilerde inşallah:)
Muhammed Mekke'yi feth ettiğinde;” uyuyanı uyandırmamış, ağaç kestirmemiş, kapıları zorlatmamış, çoluk çocuğa dokundurtmamış kısacası zorbalık yaptırmamıştır. Zorla kimseyi Müslüman yapmamıştır." Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Sen tebliğ et" emrini uygulamıştır. Allah'ın emri dışında hareket etmemiştir(Güya).
İslâm dini : "Ey insanlar!" hitabıyla tüm insanlığa davet dinidir.
Peygamber Kâbe'nin anahtarlarının getirilmesini ister. Bu görevi bilindiği gibi Ali'ye verir.
Dikkat lütfen: Peygamber Kâbe'nin anahtarlarının getirilmesini emrediyor! Anahtarların Hz. Ali tarafından getirilmesini emrediyor!"Bunda şaşılacak bir yön yok ancak önemli olduğu için vurgu yaptım"

Ali emir üzerine gider, Osman Bin Talhâ'yı bulur. Anahtarları ister. Osman Bin Talhâ anahtarları vermeyi kabul etmez. "Kâbe'nin anahtarlarının yıllardır kendi soylarında olduğunu ve Muhammed'in peygamberliğine inanmadığını" söyler. Ali ısrar eder. Çünkü 'emri' Peygamber'den almıştır. Ne pahasına olursa olsun 'emri' yerine getirmek istemektedir. Ali, Osman Bin Talhâ'nın elini sıkar, canını yakarak anahtarları zorla elinden alır. (Elini sıkarak, canını yakarak, zorla!)
Ali, anahtarları alarak, Peygamber'in yanına gelir.Peygamber'e anahtarları uzatır. Peygamber anahtarları Ali'den teslim alır. Ve şaşılacak bir şeklide Ali'ye tekrar anahtarları uzatır. ve "Ali, bu anahtarları git Osman Bin Talhâ'ya teslim et" der. Ali şaşırır ve sorar:
" Ey Allah'ın Resulü az önce emrinizle gittim, anahtarları aldım, getirdim size teslim ettim. Şimdi de emrinizle aynı şahsa anahtarları teslim etmemi emir buyurdunuz. Bunun hikmeti nedir ki?".
Muhammet bir çok sahabenin yanında şu sözleri söyler:
"Ya Ali, sen anahtarları yolda bana getirirken, Yüce Allah, dostum Cibril ile bana vahiy gönderdi: " EMANETİ EHLİNE VERİNİZ! "…

Kâbe'nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talhâ ve soyundadır. Onlar Kâbe'nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur: "Git ve teslim et!".Ali bu emir üzerine hemen geri döner ve Osman Bin Talhâ'yı bulur ve anahtarları eliyle Osman Bin Talhâ'nın eline uzatır.
Bu sefer şaşırma sırası Osman Bin Talhâ'dadır. Anahtarları alır ve sorar:

" Ya Ali, az önce anahtarları elimden zorla alan sen değil miydin? Niye geri getirdin?" der.
Ali olanları anlatır: "Bu konuyla ilgili Peygamber'e Ayet geldiğini,Muhammed’in de anahtarları geri yolladığını" söyler.(Ve tabiki Osman Bin Talhâ, müşrik iken bu hadise üzerine koşa koşa Peygamber'in yanına varır ve onun şahitliğinde Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olur:)

"Şimdi gelelim bu konuyu neden anlattığıma":
Hz. Osman Bin Talhâ Kimdir?
Bütün Arap kaynaklarında Süreyc kabilesinden bahsedilir. Süreyclilerin Orta Asya'dan gelen Türkler olduğu, Arap tarihçilerinin eserlerinde de geçmektedir. "Ubeydullah Türk'tü" derler. Ubeydullah Süreyc kabilesindendir. Bu sülâlenin mesleği kılıç ustalığıdır. Bu aile Orta Asya'dan Anadolu'ya, oradan da Mekke'ye kervanlarla gitmişler ve Mekke'ye yerleşmişlerdir. Tıpkı Selman Farisi örneğinde olduğu gibi. Selman Farisi, İran'dan kalkıp Anadolu'ya gelmiş, burada birkaç yıl kaldıktan sonra Mekke'ye gitmiştir.
(Bu konuda kaynak isteyecek olanlara: 897-960 yıllarında yaşamış olan tabakât bilginlerinden Ebü'l-Ferec el-Isfahânî’nin yazmış olduğu Ağani isimli kitapta Sureyclilerden bahseder ve ; " Ubeydullah'ın babası Türk idi." Demektedir. (El Ağani 1.B.245)

* Yine pek çok Arap tarihçisi; Türk kılıçlarını uzun uzun anlatmışlar ve övmüşlerdir. Sureyc'de Mekke'de bir Türk demirci ustasıydı. Kılıç yapmasıyla meşhurdu. Osman Bin Talhâ Sureyc'in torunlarından olup, bu aileye mensuptur. Sureyc kelimesi Arapça'da Esserc kelimesinden alınmıştır. Aslında biraz lakabî bir isimdir. Daha sonra es-sureyciyat diye anılmış,manası ise, Sureyc tarafından imal edilmiş kılıçlar demektir. Çarşı ve pazarda kılıçlar bu isimle satılmıştır. O dönemde, herkes bu kılıçlara sahip olmak istemektedir. ( Kaynaklar: Sıhhaül Arabia, Tali.a.attar.Mısır 1956 1.sh. 322; İbn-i Mansur Erbil Fazl Cemaleddin, Risatül Arap Bulak 1300.III. Sh. 122; El Yesui.l.M El Müncid. Sh. 339, Ayrıca bu konuda Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı'nın, 'Saadet Asrında Türkler İlk Türk Sahabe Tabii ve Tebea Tabiileri' kitabına bakılabilir.)

Sonuç olarak”Osman Bin Talhâ Orta Asyalı bir Türk soyundandır. Ve kılıç ustasının torunudur. Peki burada anlatmak istediğim asıl konu nedir?”

Kâbe'nin anahtarları: Allah'ın 'emri', Peygamber’in tatbiki ve Ali’nin eliyle, Türk olan Osman Bin Talhâ'ya verilmiştir. Bunun anlamı: Kâbe'nin anahtarları”Kıyamete kadar Türk'lerdedir"

Mukaddes Emanetler ve Hz.Osman'ın Kılıcı...
Bilindiği üzere Mukaddes Emanetler, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sonucunda İstanbul'a getirilmiştir. Bu emanetler içersinde Hz. Osman'ın kılıcı da vardır. Şimdiye kadar bilinen budur.
Hz. Osman'ın, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler bölümüne sergilenen bir kılıcı vardır ki, aslında bu kılıç, Yavuz Sultan Selim'in, Mısır Seferi sonucunda getirilen o emanetlerle birlikte İstanbul'a gelmemiştir.
Bu kılıç, daha Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan önce, Hz. Osman döneminden, Ertuğrul Gazi'nin eline Şeyh Edebali kanalıyla "kutsal bir işaret" olarak teslim edilmiştir. Şeyh Edebali'nin eline geliş silsilesi ise: Sultan Seyyid Hoca Ahmed Yesevi tarafından onu takip eden halifeleri vasıtasıyla ulaşmıştır...

Konuyu biraz açalım: Ertuğrul Gazi, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu, Osman Bey'in babasıdır. Şeyh Edebali ise, Osman Bey'in kayınpederidir.

Osman Bey'in gerçek ismi”Osman mıdır?” Kayı Boyu'nun, o günkü tüm isimlerine baktığımızda, bir tane bile Arap kökenli isim göremezsiniz. Ertuğrul Gazi, Alp Arslan, Konuralp vs…
Osman beyin gerçek ismi Orhun olabilirmi? Şeyh Edebali " Bundan sonra senin ismin Osman olsun, soyun bu isimle anılsın" demiştir. O kılıcın "manevi değerini" Osman Bey'e söyleyerek teslim etmiştir. “Sanıldığı gibi bu kılıç, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferinden dönüşte getirdiği kutsal emanetler içersinde gelmemiş olabilirmi?”…
Kılıç ustası Ubeydullah ve Sureyc kabilesinden bahsettik. Ubeydullah Arap ismi taşımasına rağmen Türk olabilirmi?
Bu kılıcı, bizzat kılıç ustası yapmış ve Osman'a hediye etmiştir.Devrin kılıç ustalarında eserlerine imza atmak gibi bir alışkanlık vardır.Bu kılıçtada bir imza vardır. Topkapı Müzesi'nde gidip gördüğünüzde kılıcın üzerindeki Kayı Boyu'nun işareti dikkatinizi çekecektir. Kayı Boyu'nun damgası kılıç üzerinde durmaktadır. Çıplak gözle net bir şekilde görülmektedir. Çünkü bu kılıcın ustası Kayı Boyun'dandır…
                                                                                   -Kayı Boyu'nu işareti-
(Türk damgalarının M.Ö. 5000'li yıllarda ortaya çıktığı delilleri ile beraber mevcuttur.Ve burada da Kayı Boyu'na ait damganın benzerine rastlanmaktadır.)

Hz.Osman'dan, Osman Bin Talhâ'ya geçip, oradan da Hoca Ahmed Yesevî'ye emanet edilmiştir.Daha sonra bu kılıç, Hoca Ahmed Yesevî silsilesi yoluyla Şeyh Edebali'ye gelmiş ve Osman Bey'e teslim edilmiştir(3 Osman oldu bile). Kayı Boyu damgalı bu kılıç; Mekke'de dövülmüş, Hz. Osman'a teslim edilmiş, Hz. Osman'dan Osman Bin Talhâ'ya geçmiş ve Osman Bey'e ulaşmıştır. Yani tekrar Kayı Boyu'na, ait olduğu yere dönmüştür.

Şimdiye kadar, iddia edildiği şekilde bu kılıç Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden dönüşte getirilen Mukaddes Emanetlerin içersinde gelmişse, bu kılıcın üzerinde Kayı Boyu'nun işareti ne aramaktadır?

"Osman isminden yola çıkarak yazdığım bu yazı genel olarak derlemedir.Ben yanlızca bazı eklemeler ve tespitler yaparak konuya farklı bir bakış getirmeye çalıştım.Affola"

NOT:Bu Zulkarneyn olayından çok güzel bir bilim kurgu öyküsü çıkar.Bir ara denemekte fayda var:)




10 Ocak 2010 Pazar

EVRİM ve EVRİM TEORİSİ NEDİR ?

Evrim konusundaki yanlış anlamaları ortadan kaldırabilmek adına bilinen tüm gerçekleri sırayla incelemek ve anlatmak gerektiğini düşünüyorum.Ben bilim adamı değilim.Bu yüzden başlıklar altında inceleyeceğim bu konu derlemeden oluşmuştur.Genel olarak sorulan sorulara verilmesi gereken bilimsel açıklamalardan mümkün olan en basit anlatım şekillerini bulmaya ve paylaşmaya çalıştım.Sürç-i lisan ettiysem affola…

*EVRİM ve EVRİM TEORİSİ NEDİR ?
Evrim, bir popülasyonun gen havuzundaki (popülasyondaki tüm canlıların genlerinin toplamı) gen frekansının ortam şartlarının değişmesiyle birlikte zamanla değişime uğramasıdır.
Somut ve basit bir örnek vermek gerekirse, bir popülasyon bireylerinin zengin bir göz rengi çeşitliliğine sahip olduklarını düşünelim. Göz renklerini (en açığından en koyusuna kadar) oluşturan “pigment”leri kodlayan genlerin popülasyon içinde yaklaşık olarak aynı sıklıklarda bulunduklarını farz edelim (10 göz rengi var ise her biri % 10 oranında olacaktır).

Örneğin, bu popülasyonun yaşadığı bölgeye ulaşan güneş ışınlarının miktarında artış olsun. Böyle bir değişimle birlikte yüzlerce yıl içerisinde bu popülasyonda parlak güneş ışınlarından etkilenmeyen koyu renkli gözlere sahip bireyler avantajlı duruma geçeceklerinden seçilime uğrayacaktır. Bu bireylerin popülasyondaki sayısı, moleküler düzeyden bakarsak koyu renkleri oluşturan genlerin sıklığı artacaktır. Popülasyonun “gen frekansı” değiştiği için de popülasyon “evrimleşmiş” olacaktır. Evrim, birey bazında değil, popülasyon çapında olur.
Tüm canlılar hayatta kalmaya çalışma güdüsüyle hareket ederler. Bu mücadelede ortama en iyi uyum sağlayıp üreyenler seçilecektir. Bu durum popülasyon genetiğinin değişimine neden olacaktır. “Evrim teorisi” de doğadaki bu değişim-dönüşüm gerçeğinden yola çıkarak tüm canlıların ortak bir atadan türeyerek geldiğini söylemektedir.

*EVRİM Mİ,EVRİM TEORİSİ Mİ?(Bilim Dünyasında Kabul Gören Hangisidir?)
Bilim camiası Evrim’i bir GERÇEK olarak kabul etmektedir. Teori olan ise Evrim’in mekanizmalarıdır. Teori olması da, bu mekanizmaların bir gün çürütülebileceği anlamına gelmemektedir. İzâfiyet ya da Kuantum teoremleri ne kadar doğru ise Evrim’in teori olan mekanizmaları (doğal seleksiyon, mutasyon, genetik sürüklenme vs.) da o kadar doğrudur. Doğruluklarından şüphe yoktur. “Teori”nin bilimsel tanımı, gözlemlerle kendisini sürekli olarak doğrulatabilen, desteklenebilen açıklamalardır.

*EVRİM SADECE BİR “TEORİ”MİDİR?
Bilim literatüründe, “Teori” kavramı “gözlemlerle, yeni bulgularla sürekli desteklenen” bilimsel açıklamalara denilir. Teori, varsayım demek değildir. Evrim Teorisi’ne “teori” denilmesi de bu kabildendir. İzafiyet veya yerçekimi teorilerine neden “teori” deniliyorsa, Evrim Teorisine de bu sebeple “teori” denilmektedir.

Teori, gözlemlerle sürekli test edilebilen açıklamalar bütünüdür. Ve evrim bu testlerden her seferinde başarı ile geçmekte ve kanıtları her zaman toplanmaktadır. Tıpkı izâfiyet ve kuantum teoremlerinde olduğu gibi.
“Teori” kavramının yanlış kullanılmasından kaynaklanan yanlış düşünceden dolayı evrimin kanıtlanmamış, her an çürütülebilir bir olgu olarak düşünülmesi yanlıştır.

*Genetik çeşitliliği (değişik göz renkleri gibi) Meydana Getiren Mekanizma Nedir?
Canlılardaki bu zengin çeşitliliğin en temel nedeni mutasyonlardır! Mutasyon, bir sonraki nesle aktarılan genetik değişimlerdir. Herhangi bir hücrede, her hangi bir zamanda herhangi bir genetik değişim meydana gelebilir. Ama bizleri ilgilendiren üreme hücrelerinde meydana gelen değişimlerdir. Çünkü üreme hücrelerinde meydana gelmekte olan genetik değişimler (zararlı, iyi ya da nötr) gelecek jenerasyona aktarıldığından mutasyon olarak kabul edilir ve adlandırılır.

Mutasyonlar canlı hücrelerinde her zaman meydana gelmekte ve çeşitliliği artırmaktadır. Yararlı mutasyonlar ile canlının genetiğinde bilgi artışı meydana gelir. Çeşit çeşit göz veya deri renginin olmasının nedeni, o özelliği kodlayan genin mutasyonlar sonucunda çeşitli varyasyonlarının ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır.

Herhangi bir göz rengini kodlayan gende meydana gelebilecek bir(kaç) bazlık (DNA molekülünün harfleri A, T, C, G) değişim genin ürünü olan protein molekülünün 3 boyutlu yapısında küçük değişimlere neden olacaktır. Bu yapısal değişiklik ile proteinden yansıyacak olan ışığın rengi farklı olursa ortaya yeni bir göz rengi çıkmış demektir.

*Mutasyona Sebep Olan Etkenler Nelerdir?
Genetik değişimlerin büyüklüğü tek bir harfin değişiminden kromozomal çaptaki büyük parça değişimlerine kadar uzanır. Bu değişikliklerin en büyük nedeni hücrenin bölünme (DNA’nın kendini kopyalaması, kromozom ayrılmaması vs.) sürecinde yaptığı hatalardan kaynaklanmaktadır. DNA tamir mekanizması her zaman hataları düzeltemeyebiliyor. Diğer önemli sebep de dış kaynaklı yüksek enerjili ışınlar (radyasyon) ve bazı kimyasal maddelerdir.

* Mutasyonların Her Zaman Tahrip Edici Olduğu Doğrumudur?
Tahrip edici mutasyonlar, hayati öneme sahip proteinlerin genetik kodlarında değişiklik meydana geldiğinde veya kromozomların yapısındaki büyük değişimler (sayı artışı-azalması, parça eklenmesi, kopması) sonucunda gözlenir. Hayati öneme sahip proteinlerin gen dizisindeki değişimler milyarlarca yıl geçse bile çok az olacaktır.
Örneğin, DNA molekülünü saran “Histon” adlı proteinler DNA’yı korumak gibi hayati derecede bir öneme sahip olduklarından milyarlarca yıldır çok az değişime uğramıştır. İnek ve bezelye gibi çok farklı iki türde bile “Histon” proteinini kodlayan genetik şifrenin sadece iki karakteri farklıdır.

Ama daha az bir öneme sahip, kanın pıhtılaşmasında rol oynayan “fibrinojen” adlı proteinler ya da kan proteinlerinden “hemoglobinin” farklı türleri geçelim, aynı tür içinde dâhi birçok varyantı vardır. Bu durum moleküllerin genetik kodunda meydana gelmiş birkaç değişikliğin pek de önemli olmadığını gösteriyor. Bu küçük değişikliklerin birikmesi milyonlarca yılda farklı farklı hemoglobin (vb.) moleküllerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Genetik değişiklik biyomoleküle zarar verecek ölçüde değilse, proteinin yapısında meydana gelen küçük değişim o proteinin işlev gören farklı bir varyantını oluşturacaktır. Varyasyonlar birer genetik çeşitliliktir. Tür içerisinde bu tarz mutasyonların gerçekleşmesi popülasyonun gen havuzundaki çeşitliliği artıracaktır. Bu da mutasyonların her zaman genetik bilgiyi azaltmadığı anlamına gelir.

Zararlı ve yararlı mutasyonları şu örneğe benzetebiliriz: “Okuduğunuz cümledeki harflerin yerlerinin kayması” tümcesinde “okuduğunuz” kelimesindeki “n” harfi “m” ye dönüştüğünde cümle yeni bir anlam kazanmaktadır. Bu yararlı bir mutasyondur, çünkü yeni cümlemiz de anlamlıdır. Ama cümlemizden “harflerin” kelimesini çıkarttığımızda cümle anlamında tahribat meydana gelecektir. Bu da zararlı bir mutasyondur.

Meydana gelen değişimlerin kimi de hiç bir olumlu ya da olumsuz etkiye neden olmayabilir. Bunu da “bir” kelimesinin “bi” ye dönüşümü olarak temsil edebiliriz. Cümledeki yapısal değişikliğe rağmen anlam bakımından hiçbir değişiklik yoktur. Bu tip mutasyonlara nötr=etkisiz mutasyonlar denilir (Protein yapısında olumsuz ya da olumlu etki yapmayan mutasyonlar). Zararlı ve faydalı mutasyonların görülme sıklığı çok az iken etkisiz mutasyonların sıklığı fazladır.


Tahrip edici zararlı mutasyonların daha çok gerçekleşiyor zannedilmesinin nedenlerinden     birisi de zararlı mutasyonun etkisini yeni doğan canlının fizyolojisinde (fenotip) direkt olarakgöstermesindendir. Canlı ya yaşayamayacaktır ya da sakat bir şekle bürünecektir. Yararlı veya etkisiz mutasyonların ise tanınmaları zordur, çünkü etkilerini canlının anatomisinde direkt olarak göstermeyebilirler.

*“Faydalı Mutasyon Oranı Çok Az İken Yeni Özelliklerin Oluşması Dolayısıyla Yeni Türlerin Evrimi Nasıl Gerçekleşmektedir?

İlk önce Darwin’in geliştirdiği “doğal seçilim” mekanizmasının ne olduğunu kavramamız gerekecek.

Doğal seleksiyon mekanizmasına göre herhangi bir özellik=gen bulunduğu canlılarda popülasyon içerisindeki diğer bireylere göre “hayatta kalabilme” açısından avantaj sağlıyorsa bu genin sıklığı (frekans) zamanla artacak ve popülasyonda baskın hale gelecektir.

Örneğin; bir ceylan popülasyonunda, çitalardan hızlı koşabilmesi sayesinde kurtulabilen ceylanların oranı (=dolayısıyla hızlı koşmalarını sağlayan genler) popülasyon içerisinde kendiliğinden artacaktır.

Şimdi asıl konuya dönersek… Doğal seçilime uğrayan bireylerin çevreye uyumunu sağlayan mutasyonlar büyük olasılıkla çevre koşulları değişmeden önce meydana gelmiştir. Ortam koşulları değişmeden önce canlıya ne yarar sağlayan, ne de zarar veren bu Etkisiz=Nötr mutasyonlar ortam koşullarının değişmesiyle kendilerini belli ederler; yâni ortam koşulları değiştiğinde, bulundukları canlıların yaşama şansını artırabilirler. Nâdir görülen faydalı mutasyonların aksine nötr mutasyonlar canlılığın evriminde lokomotif görevi görürler. Bu mutasyonlar değişen ortam koşullarına göre canlıya yarar da zarar da verebilir.
Örneğin, ortalama sıcaklığın 25 °C olduğu bir ortamda yaşayabilen bir bakteri geçirdiği mutasyonla -10°C’de de yaşama yeteneği kazanmış olabilir. Bulunduğu koşullarda bu yetenek kendisi için bir zarar ya da yarar sağlamayacaktır. Mutasyon ilk etapta etkisiz kalacaktır. Fakat bu bakteri türünün yaşadığı ortamın sıcaklığı herhangi bir sebeple çok düşük değerlere düştüğünde bu yeni ama saklı özelliğe sahip bakteriler ve onların nesilleri daha fazla yaşama şansına sahip olacaklardır. Sonuçta zamanla soğukta yaşama yeteneği olan bir ırk ortaya çıkacaktır.

Diğer bir örnek vermek gerekirse… Laboratuar ortamında bir bakteri kültürünün üzerine onları öldürecek antibiyotikler verildiğinde hepsinin ölmesi beklenirken az da olsa birkaç bakterinin çoğalmaya devam ettiği görülecektir. Hayatta kalan bu bireylerde de nötr mutasyonlar etkisini göstermiştir. Bu bireylerde antibiyotiğe dirençli olma özelliği onlara antibiyotik verilmeden önce oluşmuştu; ancak antibiyotik verilmeden önce bu özelliğin hiçbir olumlu ya da olumsuz katkısı yoktu. Yalnızca ortam koşulları değiştiğinde kendini gösterebildi ve kimisine hayatta kalma şansı verdi. Eğer verilen antibiyotiğe dayanıklılık sağlayan bu mutasyon (gen) bulunmasaydı ortamdaki tüm bakteriler yok olacaktı.


Doğal seçilimin hangi yönde ortaya çıkacağı bilinmediği için, bir canlı türünde etkisiz mutasyon çeşidinin fazla olması türün değişen koşullara uyum yeteneğini artıracaktır.

*Türlerin Değişime Uğradıklarının Kanıt(lar)ı Varmıdır?
Çevre şartları değişiyor ise türler de değişime uğrayacaktır (binlerce, hatta milyonlarca yıl sürecek bir süreç). Bundan 30–40 yıl öncesine kadar değişimin izlerini belirlemenin tek yolu sadece bulunan “fosil” bulguları üzerinde yapılan tetkikler iken, artık gelişen moleküler biyoloji teknikleriyle tür içi çeşitlenmeler ve türler arası farklılıklar moleküler düzeyde takip edilebilmektedir. Hatta moleküler izlerden yola çıkarak türlerin birbirlerinden ne kadar zaman önce ayrıldıkları da belirlenebilmektedir. Bu konuyla ilgili olarak iki örnek verelim:

İlk örneğimiz çok hızlı evrimleşebilen virüslerden… Bilindiği gibi AIDS hastalığına neden olan HIV–1 virüsü, girdiği canlının savunma sistemi hücrelerinde kendisini çoğaltarak hücreleri işgâl eder. Bu işlemini gerçekleştirebilmesi için kendisi için çok önemli bir enzim kullanmaktadır. AIDS hastalığı insanlık için ciddi bir tehlikeye dönüşmeye başlayınca, bilim insanları virüsün işlemini icra edebilmesi için kullandığı bu enzimi hedef alan ilaç geliştirdiler. Fakat zamanla virüsün bu ilaca karşı direnç kazandığı gözlendi. Bu gelişme üzerine virüs üzerinde yapılan genetik çalışmalar virüs tarafından kullanılan enzimde tek bir aminoasidin değişimine neden olan bir mutasyonun gerçekleştiği bulunmuştur. Bu nokta mutasyonu sonucu enzimin yapısında/fonksiyonunda meydana gelen küçük değişiklik ilacın hedeflenen enzime etki edememesine neden olmuştur.

Diğer örneğimiz bir akbaba türü üzerine… Şimdiye kadar kaydedilmiş en yüksek kuş uçuşu 11.300 metre (bu yükseklikte oksijen basıncı deniz seviyesindekinin %25’ i kadardır) yükseklikteyken bir jet uçağına çarpan Ruppeli akbabasına ait. Bu yükseklik, Everest Tepesi’nin yüksekliğinden 2000 metre daha yüksektir. Yükseklik arttıkça oksijen yoğunluğunun hızla azalmasına bağlı olarak yüksekte uçan kuşlar oksijen bakımından, alçakta uçan akrabalarından bütünüyle farklı bir ortamda yaşarlar.

Ruppeli akbabasının daha alçaklarda yaşayan bir akrabası olan beyaz başlı akbabanın kanda oksijen taşıyan hemoglobin molekülleri karşılaştırıldığında Ruppeli akbabasındaki molekülün diğerine nazaran üç aminoasidinin farklı olduğu belirlenmiş. Hemoglobin moleküllerindeki bu küçük farklılık Ruppeli cinsindeki molekülün oksijen bağlama kapasitesini artırmaktadır. Yâni canlının genetik materyalinde meydana gelmiş küçük bir değişiklik bir akbaba türünün çok olağan dışı bir yaşam koşuluna uyumunda yeterli olabilmiştir.

Bu konuda dikkat etmemiz gereken çok önemli bir nokta da şudur: Şartlar değiştiği için canlının moleküllerinin yapısı, anatomik düzeyde morfolojisi değişmiyor ya da yeni bir işlev kazanmıyorlar. Canlıların da bilinçli bir davranışları yok! Kendileri yeni yeni belirli özellikler kazanmaya zorlamıyorlar. Ruppeli akbabası daha yüksek bölgelerde uçmaya başladığı için genetiğinde değişim meydana gelmiyor, genetiğinde değişiklik meydana geldiği için yükseklerde uçabilmeye başlıyor.

Moleküler dizi analizi karşılaştırmaları yaparak bu iki cins akbaba türünün ortak bir ata akbabadan ne zaman ayrıldıkları da rahatlıkla belirlenebilir.
“Değişimin” diğer bir kanıtı da bilim insanlarının laboratuarlarda yapmış oldukları “yönlendirilmiş evrim” çalışmalarıdır. Bu çalışmalar ile tek hücreli canlılara belirli sınırlar dâhilinde istenilen özellikler kazandırılmaktadır. Yâni doğada gerçekleşen sürecin hızlandırılmış taklidi, “yapay evrim”!

Bu çalışmalarda üzerinde her türlü mikroorganizma ve virüslerin etkisinden arındırılmış besi yerlerinde tek bir tane bakteriden milyonlarca klon (kopya) elde edilir. Bu tek bakteri (her yirmi dk. da bir bölünürler) binlerce kuşak geçecek bir şekilde bölünmeye ve çoğalmaya bırakılır. Bakteriler çok hızlı bölündükleri ve hızlı bölünmelerinin sonucunda DNA’larında bölünme esnasında meydana gelen hatalar (mutasyon oranı) yüksek oranlara ulaştığından bu geçen zaman içerisinde genetik çeşitlilik meydana gelir. Bu süreçlerde bakteri için hayati öneme sahip DNA bölgelerinde değişim meydana gelirse bu bakteriler ölecek; etkisiz=nötr mutasyonlar ise saklı, sessiz, etkisiz kalacaktır.

Elde edilen bu bakteri kültürlerine hangi özellik kazandırılmak isteniyorsa (çinko, kurşun gibi ağır metallere, yüksek tuz, alkol konsantrasyonuna dirençlilik gibi) belirli aralıklarla ilgili maddeler (alkol, tuz, ağır metaller vs.) besi yerlerine bırakılarak bakteri kültürlerinde meydana gelen değişimler gözlenir.

Sonuç olarak milyarlarca bakteri kendilerine zarar veren madde yüzünden ölürken, bakterilerin kimisinde de genetik değişimlerinden dolayı hiçbir etkiye maruz kalmayacaktır. Artık bilim insanlarının elinde çinkoya, kurşuna, yüksek tuz, alkol konsantrasyonlarına dirençli kültürleri olacaktır.

Bu yapılan çalışmalar doğada uzun süreçlerle meydana gelen değişimlerin insan eliyle hızlandırılmış versiyonlarıdır.

*Fosil Bulguları Canlıların Milyonlarca Yıl Geçmiş Olsada Evrime Uğramadığını Göstermiyormu?
Evrim teorisi bütün organizmaların ille de evrimleşmek zorunda olduğunu söylemez. Ortam koşullarının değişmediği durumlarda, “doğal seleksiyon” mekanizması gereği canlıların morfolojisi korunur. Yeryüzünde milyonlarca yıl geçmiş olsa da büyük ölçüde değişimler geçirmemiş ortamlar da vardır.

Bunun yanı sıra türler fosillerden anlaşılamayacak bir şekilde de evrimleşmiş olabilirler. Milyonlarca yılda morfolojik olarak değişmediği halde örneğin bağışıklık sisteminde bir evrim meydana gelmiş olabilir ki bu tip sistemler fosil izler bırakmazlar.

Ve son olarak, bir takım fosilleri göstererek canlıların milyonlarca yıldır değişmediğini iddia eden grupların konunun uzmanı kişiler olmadığını da bilmek gerekir. Üzerinde hiçbir inceleme yapmadan –ki bu fosil bilimcilerin işidir- fosillerin dış görünüşlerine bakarak yanıltıcı yorumlar yapmak bilim dışıdır ve etik değildir.

*Kompleks Moleküller, Organlar, Sistemler Nasıl Ortaya Çıkıyor? Bütün Bunlar “Doğal Seçilimle” Açıklanabilir mi?
Bu sorunun cevabı “birikimli seçilim”dir.
Bir deniz kıyısında yürürseniz çakıl taşlarının sahil boyunca gelişigüzel durmadıklarını fark edersiniz. Küçük ve büyük çakıl taşları ayrı ayrı kuşaklar halinde sıralanmış, düzenlenmiş ve seçilmiştir. Bu oluşuma neden olan fiziksel kuvvetlerdir. Dalgalar çakılları sahile vurur, çakıllar da büyüklüklerine göre farklı tepki vererek kumsalda farklı yerlere dizilirler ve çok basit bir düzen oluştururlar. Böyle gelişigüzel olmayan bir şekilde düzen oluşturan sistem örnekleri çoktur. Bu “tek basamaklı seçilime” örnektir.

Canlıların örgütlenmesi ise birikimli seçilimin ürünüdür. Tek basamaklı seçilimdeki tek bir seferlik düzenlenme yerine, birikimli seçilimde her düzenlenme işleminden sonra ayrıca bir eleme işleminden de geçilir. Birinci elemeyi geçen (hayatta kalabilen canlı veya avantaj sağlayan herhangi bir özellik) ikinci, üçüncü… elemeye geçer. Varlıklar birçok nesil boyunca düzenlenerek seçilirler. Doğal seleksiyonun, birikimli seçilimin karmaşık yapılar meydana getirebilmesi bu şekilde olur.

“Tek basamaklı seçilim” (her yeni denemenin diğerinden bağımsız olduğu seçilim) ile herhangi bir proteinin oluşma olasılığı sıfırdır, ama doğada gerçekleşen birikimli seçilim ile bu oluşum makul bir olasılığa indirgenir. Her ilerleme (ne denli küçük olursa olsun) sonraki yapılandırma için temel alınır. Evrimde rastlantı küçük bir bileşendir; ama temeli bu birikimli seçilimdir.

*Rastgele Meydana Gelen” Mutasyonlar Yeni Canlı Türlerini Nasıl Ortaya Çıkartıyor? “Olasılık Hesapları” Bu Tür “Yeni Oluşumların” Kendiliğinden Oluşmalarına İzin Veriyor mu?
Bir tür içerisinde mutasyonlar sonucu genetik çeşitliliğin olabileceğini (farklı göz renkleri, kan grupları vs.) biliyoruz. Bu durumun bin adım daha ötesini düşünmemek için hiç bir neden yoktur. Birkaç yüz ya da bin yılda aynı tür içerisinde meydana gelen bu tip varyasyonların milyonlarca yıllık zaman dilimlerinde birikmesiyle, yâni farklılaşmanın daha da fazlalaşmasıyla alt türler ve nihayet yeni türler oluşabilmektedir.

Özellikle bir popülasyonun coğrafik izolasyonlarla-engellerle (bir kara parçasının çökmesi, kıtaların birbirinden ayrılması, yüksek dağlar) farklı parçalara ayrılması ve popülasyon parçaları arasındaki gen alışverişinin (çiftleşme) engellenmesi ile zamanla iki bölge canlılarının kendilerine has gen havuzları ortaya çıkar. Binlerce yılda biriken değişimler yeni nesilleri ata türden iyice uzaklaştırır, hatta o kadar ki ata türün bireyleriyle yapılan çiftleşmeler verimsiz ürünler vermeye başlar. Bu artık yeni bir türün oluştuğunu gösterir. Unutulmaması gereken nokta bu tip süreçlerin insan aklının alamayacağı kadar uzun binlerce, milyonlarca yılda gerçekleştiğidir.

Aynı türün farklı ortamlarda yetişen (farklı çevresel şartlara maruz kalan) bireyleri farklı koşullarda zamanla daha farklı özellikler geliştirecektir. Örneğin, İspanya ve Moğolistan sorekslerinde (memeli bir hayvan türü) farklılaşma o derece fazladır ki çiftleştirildiklerinde verimli döl veremezler. Döl verememek genetik yapının yeterince farklılaştığını gösterir. Bu farklılaşmanın, türleşmenin nedeni coğrafik izolasyondur.

Etrafımızda gördüğümüz ve hatta birbirlerine benzemeyen çeşitli köpek türleri (fino, buldok vb.) sadece birkaç bin yıl içerisinde kurtlardan evrilmiştir. Oranlama yapabilmek için bu farklılaşma için geçen süreyi 1 adım olarak kabul edersek; dik yürümeye başlayan insanların yaşadığı dönem bizden tam 3200 m uzaklıkta olacaktır. Dünyada canlılığın başladığı dönem ise Londra’dan Bağdat’a kadar bir uzaklık…

*Evrim Teorisine Göre Örneğin Bir Kurbağa Evrimleşip Bir Sürüngene Dönüşebilir mi?
İnsanlar tarafından yanlış bilinen hususlardan birisi de evrim teorisinin bu tarz, büyük çapta ve kısa sürede meydana gelen değişimleri öngördüğü düşüncesidir. Bu tarz dönüşümler asla mümkün değildir. Bir Kurbağa ile bir sürüngen arasında yeterli büyüklükte genetik farklılık vardır. Bir kurbağayı tek bir/bir kaç seferde bir sürüngene dönüştürecek mutasyonların olma olasılığı sıfırdır. Evrim teorisi türler arasında yavaş yavaş gerçekleşen değişimlerin olduğunu belirtir.

*Evrim Teorisine Göre Bütün Bu Karmaşık Yapılar, Canlı Yaşamları Salt Rastlantılar Sonucu mu Oluştu?
Evrim, bazı grupların yanlış olarak telkin ettiği gibi bir tesâdüfler teorisi, rastlantılarla ilerleyen bir olgu değil, biyokimyasal kanunların etkinliğiyle zorunlu olarak “kendiliğinden” ilerleyen bir gereklilikler gerçeğidir.

Rastgele meydana gelen sadece mutasyonlardır. Rastgele olarak adlandırılması da genetik değişikliğin nerede ve ne zaman ortaya çıkacağının önceden bilinememesinden kaynaklanmaktadır.

Evrim’in ilerletici mekanizması olan “doğal seçilimde” ise rastlantı yoktur. Çünkü doğal seçilim bir popülasyondaki canlılardan, diğer canlılara göre ortam şartlarına uyum sağlayamayan, gelecek nesillere genetiğini iyi bir şekilde aktaramayan canlıların zamanla popülasyon içerisinden elenmesidir. Uyum sağlayan bireyler-popülasyonlar ise otomatik olarak seçilir. Seçim işlemi rastgele değildir!

500 Aminoasitlik Bir Proteinin Rastgele Oluşabilme Olasılığı Tüm Şartlar Göz Önünde Bulundurularak Hesaplandığında(10950‘de 1, yâni sıfır ihtimal), Bu Hesaplamada Kendi Kendine Oluşumun İmkânsızlığınımı Göstermektedir?
1- Protein zincirindeki bütün aminoasitlerin doğru çeşitte ve dizilimde olmaları gerekir???
Bu tarz bol sıfırlı olasılık hesaplarında yapılan hata proteinlerin tek basamakta, tek bir adımda rastgele oluşacaklarının düşünülmesidir. Elbette ortalama olarak bu büyüklükte bir proteinin tek basamakta ortaya çıkma ihtimali tereddütsüz sıfırdır. Ama evrimin mantığı belirttiğimiz üzere birikimli seçilimdir. Birikimli süreci hesaba katarsak proteinlerin oluşumunda da avantaj sağlayan birçok ara basamağın varlığını göz önünde bulundurmamız gerekecektir.

Evrim kuramı proteinlerin günümüzdeki formlarıyla bir anda ortaya çıktığını öngörmez. Evrim kuramına göre canlılığın ilk yapı taşları basit organik moleküllerdir. Bunlar birden bire protein ya da hücre organelleri biçiminde karşımıza çıkmaz. İlk organik moleküller kimya kanunlarına bağlı olarak adım adım gelişmiş, farklılaşmış, karmaşıklaşmışlardır. İlk organik moleküllerden proteinlere ulaşılması için milyonlarca yıl geçmiştir. Bu geçiş aşamalarını dikkate almaksızın “son ürün” üzerinden yola çıkarak bol sıfırlı hesaplamaların yapılması büyük bir hatadır.

Yapılan hesaplamalardaki en büyük hata hesaplamaların yeryüzünün son dönemlerinde nihâi hâlini almış proteinler üzerinden yapılıyor olmasıdır. Fakat ilkel dünyada ilk meydana gelen proteinler çok basit yapılıydılar ve kademe kademe gelişerek günümüzdeki son hallerine gelmişlerdir.

Meydana gelen bu basit yapılı proteinlerin (=aminoasit zincirlerinin) % 0’dan % 100’e kadar bir etkinlikte-verimlilikte belirli bir aktivitesi, yâni işlevi olacaktır. Elbette hiç biri % 100 etkinlikle çalışmak zorunda değil.
Günümüzde dâhi mutasyonlar sonucu tamamen yepyeni, daha önce görülmemiş proteinler ortaya çıkmaktadır (bir örnek olarak Nylonase enzimi). Bu enzim % 2’lik bir verimle çalışsa da hücre için işlev görmekte ve tarihimizde çok da fazla geçmişi olmayan naylon yapıları yıkabilmekte ve bu sayede bakteri naylon yiyebilmektedir. Bu enzim kelimenin tam anlamıyla sıfırdan üretilmiştir. Çünkü enzimi kodlayan DNA dizisine benzer bir dizi daha yoktur. Genetik biliminde “çerçeve kayması” adı verilen bir mutasyon çeşidiyle ortaya çıkmıştır.

Doğanın kanunu gereği bu enzim zamanla yeni mutasyonlarla beraber verimliliğini daha da artıracak, artırdıkça bakteri için avantaj sağlayacak ve otomatik olarak seçilime uğrayacaktır.

Bu hayatın başlangıcı için de benzer şekildedir. Yeterli uzunlukta üretilen (20–25 aminoasitlik) rastgele dizilimler oluşturan aminoasitler belirli elektriksel yüklere, kuvvetlere sahip olduklarından hayatın başlangıcında kısıtlı sayıdaki birkaç temel biyokimyasal reaksiyonda düşük verimlilikte de olsa (%1 olsa bile) rol oynayacaktır. Verimliliğin artışı ise zâten milyonlarca yılda gerçekleşecektir.

Bugün biliyoruz ki, birçok proteininin sabit, rijid ve değişmez bir yapıları yoktur. Proteinlerin öyle bölgeleri vardır ki, bu bölgelerdeki hemen hemen bütün aminoasitler başka aminoasitlerle değişse/değiştirilse bile protein yapısında bozukluk meydana gelmemekte, protein kararlı 3D yapısını koruyabilmektedir. Değişimler bir enzimin aktif bölgesinde olursa hücreye büyük zararlar verebilir. Aktif bölgeyi oluşturan aminoasitleri değiştirmeden diğer bölgelerde değişiklik yapılsa, hatta birkaç tane aminoasit çıkartılsa dâhi enzimin verimliliğinde düşüş olmayabilir! Bu durum belirli bir esnekliği göstermektedir.

Enzimlerin aktif bölgelerinde en çok rol oynayan aminoasitler bellidir. Bu belirli aminoasitlerin yoğunlukta olduğu ilkel zincirler hayatın başlangıcında düşük verimliliklerde olsa da etkinlik göstermiş olabilirler. Bunu kimya yasalarından dolayı rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Hücre genetiği tarafından kodlanarak kaydedilen bu ilkin dizilere başka aminoasitlerin de eklenmesiyle fonksiyonlarını daha iyi icra edebilecek daha komplike proteinler ortaya çıkacaktır. Aradan milyarlarca yıl geçtikten sonra (günümüzden) kademe kademe oluşmuş bir proteinin şimdiki dizilimine bakarak olasılık hesaplamaları yapmak bu yüzden yanıltıcıdır.

2- Zincirdeki bütün bu aminoasitlerin hepsinin sol-elli olmaları gerekir???
Canlı bünyelerinde sol elli aminoasit olmasının nedeni de seçilimdir, tesadüfler değil. Çünkü doğa tasarruf etmekten yanadır ve genelde en az enerji formunu tercih etmektedir. Sol elli aminoasitlerin reaksiyonlara girerken veya suda çözünmüş bulunurken moleküler bağ yapma yetenekleri ve belli bir 3D yapıda sağ elli formlarına göre daha az enerji ile durması onların doğa tarafından seçilmelerini sağlamaktadır.

Ayrıca belirtmek gerekirse, 1993′te John R. İron’in uzaydan gelen meteoritlerde ve donmuş tozda sol elli aminoasitlere daha fazla rastlandığını ispatlamıştır. Bu ek durum da, aminoasitlerle reaksiyona giren moleküllerin zamanla sol elli formları tercih etmesini sağlamış olabilir.

3- Bu aminoasitlerin birbirleri arasında yalnızca “peptid bağı” denilen özel bir kimyasal bağla bağlanmaları gerekir???

Eğer aminoasitler sulu bir ortama koyulursa suyla H bağ yapma eğilimi daha fazla olacağı için elbette kendi aralarında peptid bağının kurulması çok düşük olacaktır. Fakat yoğun bir ortamda, reaksiyonu hızlandıracak ve aminoasitleri bir araya getirecek ilgili bir katalizör bulunduğu takdirde reaksiyonun gerçekleşmemesi, yâni peptid bağlarının kendiliğinden kurulmaması için hiç bir sebep yoktur. Okyanus diplerindeki kil=çamur yüzeyleri bu aminoasitlerin bir araya gelerek peptid bağı kurmalarında yoğunlaştırıcı ortamlardır. Bunun dışında güneş veya volkanik faaliyetler sonucu küçük su havuzlarındaki suyun buharlaşması ile böyle ortamlar da meydana gelmiş olabilir.

*ATALARIMIZ MAYMUN MU?

Evrim denilince insanların aklına ilk gelen sorulardan, daha doğrusu bilinen yanlışlardan birisi de insan türünün maymunlardan dönüştüğünün zannedilmesidir. Hâlbuki “maymundan insana geçiş” diye bir durum söz konusu değildir. Maymungiller ile İnsan’ın ortak atası olan canlı türünden Şempanzeler, Goriller, Gibbonlar, Orangutanlar ve insan türleri farklı doğa koşullarına uyum sağlayıp evrilerek ayrılmıştır.
*Evrim Teorisinin Öngördüğü Geçiş Formlarının Bulunamadığı Söyleniyor, Doğru mu?
Evrim teorisi bir gereklilik olarak geçiş formlarının var olması gerektiğini söyler. Bu ara formlar yoksa evrim denen bir olgudan bahsetmemiz de doğru olmayacaktır.

Geçiş formları birbiri ardı sıra gelen türler arasında özellikler gösteren (bir türle diğer bir tür arasında bir değişimi gösteren) canlılardır diyebiliriz. Geçiş formu fosilleri boşluklarla beraber çok sayıda bulunmuştur. Gerek türler arasında gerek cinsler arasında ve de daha yüksek derecedeki taksonomik sınıflar arasında da (Balıklarla tetrapodlar (dört bacaklı hayvanlar) arasında, sürüngenlerle kuşlar arasında, amfibiyenlerle sürüngenler arasında, balıklarla amfibiyenler arasında, sürüngenlerle memeliler arasında) geçiş fosilleri bulunmuştur.
Fosil bilimciler tarafından çok sayıda bulunan geçiş formlarına insan türü ile ilgili buluntulardan örnek verilebilir. Bu örnekler şempanzelerle ortak atadan ayrılan, insana giden daldaki geçiş türleridir. Australopithecus anamensis, Ardipithecus, Australopithecus afarensis, Homo neanderthalensis, Homo erectus… Bunlar Homo sapiens’e (modern insan) giden yolda arkeologlar tarafından kazılar sırasında bulunup, çıkarılmış ve tayin edilmiş geçiş fosilleridir.

Evrim sürekli olduğundan dolayı şu an modern insan olarak adlandırılan bizler (Homo sapiens sapiens) dâhi milyonlarca yıl sonraki nesillerimize göre birer geçiş formu niteliğinde olacağız. Yâni, gerçekte her tür aslında bir ara formdur.

Evrim Şayet Milyonlarca Yıldır Sürüyorsa ve Bir Kaç Milyon Canlı Türü “Birikimli Aşamalarla” Meydana Gelmişse, Türler Arası Ara Formların Sayısınında Milyarları Bulması Gerekmektedir, Fakat Buluntular Aksini Göstermektedir?
Bu konuda düşünülmesi gereken konu fosilleşmenin çok zor gerçekleşen bir doğa olayı olduğudur. Fosilleşme kolayca meydana gelmekte olan bir süreç olmadığından çok az sayıda fosil bulunabilmektedir. Eğer fosilleşme çok kolay gerçekleşen bir olgu olsaydı, yeryüzünün incelenen her yerinden çok sayıda fosilin bulunması gerekirdi; ama böyle bir şeye rastlanmıyor.

Örneğin, 200 yıl kadar önce nesli tükenerek yok olan; ama bir zamanlar milyarlarca nüfusuyla Kuzey Amerika’yı kaplayan bir güvercin türünün (Ectopistes migratoriu) neredeyse yok denecek kadar az fosili bulunmuştur. Yapılan kazılarda milyonlarcasının bulunması lazımken birkaç tanesi bile çok zor bulunmuştur. Benzer şekilde zamanında milyarlarca sayıları ve dev cüsseleriyle yeryüzünde yayılmış olan dinozorların da parmakla sayılabilir kadar fosilleri bulunabilmiştir. Bir türe özgü fosillerin bulunması bile çok zor iken, geçiş formlarının bulunmasının zorluğu da ortadadır.

*AKILLI TASARIM (AT) TEORİSİ?
AT bilimsel bir teorem değil, bir görüş, bir yorumdur. Çünkü ortaya konmuş somut bir delil, bir gözlem yoktur. AT’ye göre canlılar oldukça karmaşıktır, hatta her biri mükemmel yapıdadır ve bu karmaşıklığa tesadüfî süreçlerle ilerleyen evrim ile ulaşılamaz, bundan dolayı tüm canlılar “tasarlanmış olmak” mecburiyetindedirler.

Canlı yapılar mükemmel değildirler. Canlı yapılar mükemmel olsaydı örneğin basit nedenlerden hasta olmazdık. En basitinden iskelet sistemimiz mükemmel olmadığından ayakta fazla durduğumuzda belimizin ağrıdığını fark ederiz. Bir canlı hücresine, bir organizmanın işe yaramayan fazlalıklarına (erkelerdeki meme yapıları, yirmilik dişler, ensemizde-sırtımızdaki kıl kalıntıları, balinalardaki arka ayak kemikleri, genetik düzeyde işlevsiz yalancı gen dizileri) bakılarak hücrenin-canlının “akılsızca tasarlandığı” da yorumlanabilir. Doğa fiziksel açıdan hem mükemmeldir, hem de değildir, bu etiketleme izâfidir ve tasarımda işlevsiz ya da fazlalık yapıların neden bulunduğunun akıllı tasarımcılar tarafından verilebilecek tatmin edici bir cevabı yoktur.

Örnek olarak Ökaryotik (çekirdekli) canlı hücrelerin genetik enformasyonunda bulunan “Hurda DNA” diye adlandırılan bölgelere bakabiliriz. Hurda DNA adı verilen bu bölgelerde çok büyük oranda işlevsiz bölgeler vardır. Örneğin “yalancı genler”.. Bu diziler mutasyona uğrayarak işlevsiz hâle gelmiş bozuk gen yapılarıdır ve bizlere atalarımızdan miras olarak kalmışlardır.

Yalancı genlere (pseudogenes) C vitamini sentezleyen geni örnek olarak verebiliriz. Bu genin sentezinin birçok hayvanda gerçekleşmesine rağmen (kedi, köpek, domuz vs.) insanda ve diğer primat takımında (İnsanlar, tüm maymunlar, lemurlar sınıfı) işlevsiz olarak iz halinde, fazlalık olarak bulunur. Uzak geçmişteki atalarımızın tersine, artık C vitamini sentezine eskisi kadar ihtiyacımız olmadığından bu gen zamanla kullanılmaz hale gelmiştir. C vitaminini sentezleyen bu gen bizlerde işlevsiz olmasaydı elbette bu vitaminin eksikliğinden kaynaklanan skorbit hastalığına yakalanmayacaktık.

Anatomik düzeyde canlılarda iz halinde kalmış, fonksiyonu zamanla değişmiş ya da güdükleşmiş yapılara örnek olarak; bazı yılan türlerindeki işlevsiz ayak ve kalça kemiklerini, kör mağara balığındaki göz kalıntılarını (göz çukurları vardır; ama gözler yoktur), atlardaki ek ayak parmak kemiklerini, suda yaşayan balina fosillerinde bulunmuş olan ve günümüz balinalarında da hala gözlenebilen olan arka ayak kemikleri (ki bir zamanlar karadan suya geçişin izleri), uçamayan kuşlarda ve böceklerdeki indirgenmiş, güdük kanatları, vampir yarasaların ağızlarındaki azıdişlerini, insandaki indirgenmiş kuyruk sokumu, bazı insanlarda çıkmayan yirmilik dişleri, erkeklerdeki işlevsiz memeler ve meme dokusunu, kimi insanlarda görünen ense ve sırt kıllarını, tavuk embriyonunun gelişimi sırasında bir kaç haftalığına oluşan ama daha sonra kaybolan ek parmakları verebiliriz.

*Bir “Bilgisayarı, Televizyonu vs.” Gören Kişi Tarafından Bu Eşyanın “Kendi Kendine Oluşamayacağı”, “Bir Tasarımcının Elinden Çıktığı Düşünülür. Benzer Mantıkla, Doğada Daha Kompleks Tasarımlarda Bulunan Canlılar, Sistemler Salt Fizikokimya-Biyoloji Kanunları Çerçevesinde Nasıl Kendi Kendine Meydana Gelebilir ki?
Bu benzetmedeki hata bilgisayarlar ya da televizyon gibi insan yapımı –dolayısıyla tasarımcısı olan- âletlerin canlılar gibi üreyip çoğalma özelliklerinin olmadığının düşünülmemesidir. Tasarlanmış bütün bu eşyalar canlı olmadıklarından genetik materyallerini gelecek kuşaklara aktaramazlar! Doğal olarak tüm özelliklerinin kaydedildiği genetik yapıda meydana gelecek değişiklikler=mutasyonlar de aktarılamayacaktır. Canlılardaki mutasyonların gelecek nesillere aktarılarak birikmesi ise yeni özelliklerin ortaya çıkışını sağlayacaktır. Televizyonlar veya bilgisayarların ataları olmadığından, üreyemediklerinden ve değişimlerini aktaramadıklarından (bir canlının sahip olduğu özellikler bulunmadığından) mutlak surette tasarımlanmak zorundadırlar.

* “İndirgenemez Karaşıklıktaki ” Yapıların Kademeli Olarak Ortaya Çıkışı Mümkün Değildir. Çünkü Yarım Göz, Yarım Kanat, Yarım Akciğer vs. Canlıya Bir Yarar Sağlamayacaktır! Bu Yüzden Bu Tip Yapıların Bir Anda Yaratılmış Olmaları Gerekir.(Adnan’cılara Selam Olsun:))
Çok basit örneklemelerle cevap bulmaya çalışalım. Günümüzde gözlerindeki katarakttan dolayı ameliyatla göz merceğini aldıran birçok insan vardır. Bu kişiler tam fonksiyonla çalışan gözleri olan birileri kadar iyi göremeseler de hiç göremiyor değillerdir. Fark edileceği üzere bu durum hiç görememekten daha iyi bir aşamadır.

Göz merceğine sahip olmasa da bir canlı avının bulanık şeklini ve ne yönden geldiğini saptayabilecektir. En ilkelinden en kompleksine (hemen hemen tüm temel aşamalar) kadar bütün göz çeşitleri doğadaki hayvanlarda bulunmaktadır.

Yarım kanadı olan bir canlı bu kanatlarını ille de “uçmak için” kullanmak zorunda değildir. Güdük kanatları olan tavukların, devekuşlarının kuşlar gibi uçamadıkları ortadadır. Fakat bu küçük kanatlar canlının -uçup kaçamasa da- kısa bir süre için havalanmasını sağlayarak avcılara karşı bir avantaj sağlayacaktır. Yüksek bir yerden düştüğü zaman zarar görmesini engelleyecektir. Yarım kanatlılık veya kanadın sadece birkaç parçasına sahip olmak bile hiç kanat olmamasından her zaman daha iyidir.

Bugün ameliyat olup da normal bir akciğerin üçte biri ile yaşayan insanlar vardır. Bu kişiler hızlı yürüyemiyorlar (bu işlev yok); ama yürüyebiliyorlar! Bir kişide akciğer yüzey alanının kerte kerte azalmasının yaşamı sürdürebilme noktasında “ya hep ya hiç” türünden bir etkisi yoktur. Paralelinde, kişinin yürüme mesafesi ve hızı adım adım etkilenecektir. Yâni, ölüm belirli bir yüzey alanının altına düştüğünde ansızın gelmez.

Akciğer geliştiren ilk atalarımızın suda yaşadıkları hemen hemen kesindir. Günümüzde yaşayan balık türlerine bakarak bu ataların nasıl soluklandıklarına ilişkin modeller üretebiliriz.

Günümüz balıklarının çoğu suda solungaçlarıyla nefes alırlar, fakat çamurlu, bataklık sularda yaşayan birçok balık türü solungaçlarına destek olmak için ek olarak yüzeydeki havayı yutar. Bu balıklar ağzın iç boşluğunu bir çeşit ön-akciğer olarak kullanır. Bazılarında ise bu boşluk, kan damarlarınca zengin bir soluk alma cebi halinde genişlemiştir. Bu tek bir cebi şimdinin akciğerlerinde olduğu gibi, dallanmış milyonlarca cebe bağlayan aşamalı gelişen bir dizinin olması birikimli seçilimle gerçekleşecektir.

Temelde suda yaşayan ve soluklanan, fakat arada bir karaya çıkan bir balık (belki de kurak bir dönemde bir çamur birikintisinden diğerine atlayarak hayatta kalma savaşı veriyordur) bir akciğerin sadece yarısı değil, yüzde birine bile sahip olsa işine yarayacaktır. İlkel akciğerin ne kadar küçük/güdük olduğu hiç önemli değil, sonuçta bu akciğerle su dışında kalınabilecek bir süre vardır. Birikimli seçilim sonucu meydana gelen ufak değişiklikler milyonlarca yıl sonra karmaşık bir akciğer haline gelecektir.

Evrim Teorisi Savaşı, Çatışmacılığı, Irk Üstünlüğünü, Öjeniyi Meşru Göstererek Faşizm Gibi Kanlı İdeolojilere Yol Göstermektedir!
Savaşı, çatışmayı, öjeniyi, faşizmi meşru gösteren belli ideolojilerin kendi ırklarının üstün ve dünyaya hâkim olmaları gerektiği üzerine kurdukları kavramlar Evrim teorisiyle ilişkilendirilemez, çünkü bu tür ırkçı düşünceler eski tarihlerden beri vardır. Savaş çığırtkanlıkları, faşist, kanlı diktaların, düşünce yapıları tarih boyunca hep olmuştur. Bu tür olguları savunan ideolojiler Evrim kaynaklı değildir. Faşist, materyalist dünya görüşlü yönetimlerin fikirleri, çıkartılan savaşlar biyolojiyi, evrimi ilgilendirmez, çünkü Evrim Teorisi bilimsel bir teoridir, bu ideolojiler “evrimi temel alsa bile” (ki ancak yanlış anlaşılmasıyla mümkün) evrim teorisini bağlamayacaktır.

Evrim, savaşı, çatışmayı “biyolojik bir gereklilik” olarak görür fikri büyük bir yanıltmacadır. Çünkü Evrim doğada gözlemlenen bir olguya, canlılar arasında “hayat mücadelesini” olduğuna ve en iyi uyum sağlayanın ayakta kaldığına işâret eder. Yâni sadece doğanın böyle olduğunu söyler; sosyal topluluklar oluşturmuş insan türünün “hayat mücadelesine, savaşmaya, çatışmaya” girmek zorunda olduğunu söylemez.

Irkçı, faşizan ideolojiler toplumların nasıl olmaları gerektiği konusunda fikir öne sürerler; evrim ise canlıların nasıl olduklarını, nasıl davrandıkları üzerine…

Dini verileri yanlış yorumlayıp referans alarak cihat ettiğini zanneden, ahlaki değerlerden yoksun, bilinçleri sarhoş olmuş birtakım teröristlere bakarak dinlerin terörizme zemin hazırladığını düşünmek ne kadar gerçek dışı ise, bilimsel bir teorinin bir takım ideolojilerle bir tutulması da düşünülemez. Irkçı, soykırımcı; ama dindar, İspanyol Yeni Dünya fatihlerinin katliamları, zencileri aşağılayan bazı Hıristiyanların durumu, (yanlış yorumlanan) Tevrat kaynaklı Yahudi ırkçılığı ya da Antisemitizm (Yahudi-Arap karşıtlığının) düşündürücüdür. Tüm bunların nedeni evrim teorisi midir? Yoksa…?

Evrim teorisine büyük bir katkı yapan Darwin eserlerinde bir takım grupların iddia ettikleri gibi canlıların “çatışma ve savaş” halinde olduklarını değil, “hayat mücadelesi”nde olduklarından bahsetmiştir.

*Ama Darwin İnsanın Hayvan Sınıfına Girdiğini Söylemiştir!
Darwin’den önce, bir yaratılışçı olan Carl Linne’nin ve günümüzün sistematiğinde insan’ın yaşam ağacında konulduğu yer “primat” ailesidir. Bu yerleşim insanın hayvan gibi davranması gerektiğini göstermez, sadece insanın biyolojik açıdan hayvanî yapılara sahip olduğunu gösterir. Darwin primat ailesi içerisinde sınıflandırılmış olan insanın “hayvan” gibi davranması gerektiğini söylememiştir, evrim teorisi de böyle bir şeyi ileri sürmez. Aksine, evrim teorisinin öngörülerinden birisi de canlıların gelişmişlikleri oranında sosyalleşecekleridir. İnsan, çevresel şartlar gereği sosyal bir varlık olma yönünde evrimleşmiştir.

* Hitler, Irkçı İdeolojisini Evrim Teorisine Dayandırdığını Söylemektedir…
“Evrim Teorisi” ile “Nazi ideolojisi” arasında bir ilişki kurmaya çalışanlar nedense Hitler’in kendi kitabında, kendi beyanatlarında, (yâni birinci kaynaktan) faşist, ırkçı ideolojisini temellendirdiği “ilahi kuralları” nedense göz ardı ediyorlar. Bu tarz iddialara itibar edilmemelidir.

Hitler’in amacı, “aşağılık”, “alt insan” olarak kabul ettikleri Yahudi, Romen, Asyalı, Afrikalı milletleri elimine ederek Âri (asil, soylu) ırkın saflaştırılmasıydı. Ama bu evrim teorisi tabanlı değil, Hitler’in kendi ırkını üstün görüşü ve Germen tarihiyle ilgilidir. Hitler’in “Kavgam (Mein Kampf)”’ına baktığımızda iddia edilenin aksine farklı bir hikâye ile karşı karşıya kalmaktayız.

Hitler’in “Kavgam”’ kitabı incelendiğinde şu ifâdelere rastlanacaktır.
“Beyaz, Âri ırk Tanrı’nın özel kulları, Rabbin en yüksek suretidir (”highest image of the Lord”)” ve “diğer aşağı ırkları Âri ırkı yönetmelidir”. Bu cümlede, Siyonist Yahudilerin Tevrat’tan esinlenerek kendilerini Tanrı’nın en üstün ırk, diğer kalan bütün milletleri de “goyim/köle” olarak görmelerine benzer bir yaklaşım görmekteyiz.

“Bu kıtadaki insanlığın kültür ve medeniyeti Âri ırkın varlığına bağlıdır. Eğer Âri ırk yok olursa kültürün olmadığı karanlık bir çağın örtüsü dünyaya inecektir. Her kim Rabbin en yüksek suretine el kaldırmaya cesaret ederse o çok merhametli Yaratıcının kutsallığına, mucizesine hürmetsizlik etmiş olur ve cennetten kovulur.”

Hitler’e göre Âri ırka yapılacak bir yanlış Tanrıya yapılmış olan bir günahtır.

Hitlerin bu ırkçı görüşlerini evrim teorisinden esinlenerek değil, Beyaz Âri ırkın Tanrının seçilmiş, asil kulları olarak gördüğünden savunmaktadır.

“Bundan dolayı ben her şeye gücü yeten Yaratıcının isteklerine göre hareket ettiğime inanıyorum, eğer kendimi Yahudilere karşı savunmam gerekirse, ben Rab için savaşmaktayım”, “…en üstün insanlık seviyesini koruma ve geliştirme görevinin ‘her şeye gücü yeten’ tarafından bu yere verilmesi gerçekten üstün bir misyon olarak görünüyor.”

Sonuç olarak görüleceği üzere Hitler’in -kendi deyimiyle- “aşağı ırkları” yeryüzünden silme arzusu, biyoloji ya da evrim ile alakalı bir konu olmayıp, Tanrı tarafından kendisine verilmiş “üstün, ilahi bir misyon”, “Rabbin isteği” olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.


NOT:Evrimi anlatabildikmi?